Bir Suretin Öyküsü


Çok işkence hikayesi dinledim. Suriye’nin çeşitli hapishanelerinde Baas rejiminin işkence ettiği adamlar anlattı. DEAŞ’ın ele geçirdiği topraklarda kalan kadınlar anlattı. Savaşın oluşturduğu boşlukta çetelerin musallat olduğu çocuklar anlattı. Kulakları sağır edecek hikayeler. İnsanın etini koparır gibi, yüreğini deşer gibi, beynini kemirir gibi hikayeler dinledim. Dün de dinledim bir hikaye. Başkaydı bu kez. Diğerlerinden farklı. Bitmeyen bir işkence. Sistematik bir işkence. Anlatıcısı bir şehrin suretiydi. Lisanı farklıydı. Ne kadarını anladıysam o kadarını size de anlatayım.

 

Halep’in kırsalındaydık. Ayağımdaki ayakkabı, gözümdeki gözlük, cebimdeki telefon, bindiğim araba, marketten aldığım kola ile aynı ülkelerin imal ettiği bombalarla tahrip edilmiş bir şehirdi Halep. Dinlemek istemedim ama ne yana dönersem döneyim devam ediyordu anlatmaya. Yolda tekerimin düştüğü çukur, duvardaki kurşun izleri, yol kenarında kuruyan ağaç, caddedeki moloz yığını, havadaki ağır mazot kokusu her biri bir yandan hücum ediyordu beynime. Ağlıyordu şehir. Ben ağlamıyordum. Ben utanıyordum. Hala vakurdu. Ama ağlıyordu. Bana ağlıyordu sanki, bize ağlıyordu. Yol kenarında durdum. Bir çocuk yaklaştı. Halep’in çocuğu. Halep göndermişti bana. Taş yapıların arasında, egzoz dumanından kararmış bir çadırdan çıkıp gelmişti. Babasını almıştı savaş. Annesi garip kalmıştı. Bakıştık. Kulağıma fısıldadı rüzgar: ‘’Halep’in suretidir sana gelen’’ dedi. Garip kalmış, yetim kalmış, mazlum kalmış. İki damla yaş belirdi gözümde. Göz gözeydik. ‘’Bana ne yaptınız’’ dedi suret, lisan-ı hal ile. Bir taş ocağını kökünden dinamitleyip üzerime devirdi sanki. Bana ne yaptınız dedi Halep, kirpik ucumda kuruyup kaldı iki damla yaş. Uzanıp öptüm yanaklarından. Konuşmadık ama söyledim ona. Ey şehirlerin annesi. Ey mazlumların yuvası. Ey uykusuz çocukların ninnisi. Ey mazlum annelerin yaktığı ağıt. Ey sevgiliye yazılan şiir. Ey yorgun şehir. Dilim dönseydi sana bir ağıt yakardım. Elim kalem tutsa hikayeni yazardım. Gücüm yetseydi sana omuz verirdim. Gel gör ki, ne kalem tutar elim, ne dilim döner, ne de gücüm yeter seni omuzlamaya. Sen kalk, silkelen ve doğrul. Bize umut ol. Bize ışık ol. Bize yol, bize menzil ol. Kaldırdı gözlerini suret. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Konuşmadık. Baktı bana ve anlaştık. Anlat dedi. Anlat ki bilsinler bana ne yaptınız. Modern dünyanız, teknolojiniz, hırsınız, ihtirasınız, aç gözlülüğünüz, muhterisliğiniz bana ne yaptı anlat.

 

Dün bir hikaye dinledim. Bir şehirdi anlatan ve bir suret. Bana ne yaptınız diye sordu sadece lisan-ı hal ile.Yolda tekerimin düştüğü çukur, duvardaki kurşun izleri, yol kenarında kuruyan ağaç, caddedeki moloz yığını, havadaki ağır mazot kokusu her biri baktı ardımdan. Yüreğimde Halep kadar bir boşluk, aklımda bir suretten kalan bir tebessüm ile döndüm. Yüreğim yetse anlatırdım size hepsini. Dilim dönse söylerdim. Birkaç ajans haberi, birkaç resmi açıklama, çokça tartışma programları, köşe yazılarında afilli cümleler ve klavye sloganları. Bundan fazlasını hak ediyor Halep derdim. Uzanıp yanaklarından öperseniz, size nasıl tebessüm ettiğini anlatırdım. Ancak ne gücüm var buna ne de karşılayacak kelime dağarcığım.

Bir suret ile konuşmadan sohbet ettik dün. Söyle onlara dedi: Halep’e yolunuz düşerse, kırık dökük bir hikaye, mahzun bir tebessüm ve biraz utançtan başka pek bir şey kalmadı buralarda. Dileyen, bu kara lekeyi insanlığın alnından temizlemek için çabalasın. Dileyen beklesin ve o tebessümün de yitip gittiğini izlesin ekranlarından. Bu kadarını bilseniz kafi.

Selam ve dua ile.

 

Abdullah Başyiğit.

 
Whatsapp