Tarihin hareketi, insanların değişim süreçlerini üretme becerisi ve halk kitlelerinin toplu duruşlardaki kararlığını korumasında ortaya çıkar. Art arda tekrarlanan devrimci uyanış durumlarında ve bu halkların ülkelerindeki devingen değişim hallerinin büyüklüğüyle beraber, doğrudan ve tam bir tutarlılık sürecinde kendisini gösterir.
Görünen o ki halkların hareketi toplumsal bir patlama yaşandığında, belirli zamanlarda ortaya çıkmakta, fizik kanunlarına göre zamanın çapraz döllenmesini doğuran basınç etkileri vasıtasıyla peyda olmaktadır. Bu kural sosyoloji yasalarının toplumsal dönüşümlerle ilgili söylemleriyle de genellikle tutarlılık arz eder. Ancak bu, çelişkili ve aralıklı bir şekilde, eşzamanlı olmadan, her toplumun için bağlayıcı şekilde gerçekleşir. Bugün Arap toplumlarında gördüğümüz dramatik durum da işte böyledir. Suriye, Bağdat, Beyrut ve bunlardan önce Sudan ve Cezayir’in yanı sıra birçok toplumdaki uyanış hareketlerinin birinci ve ikinci dalgaları buna örnektir.
2010 yılının sonlarında önce Tunus’ta, sonra Mısır’da ve daha sonra Libya, Suriye ve Yemen’de Arap Baharı hareketlerinin başlamasıyla, bu toplumların büyük zulümler gördüğü ve insanlıklarının ellerinden alındığı gün yüzüne çıkmıştır. Bir dönem yolsuzluk, bir dönem ise ifsadı yaşamışlar; her zaman ise baskı görmüşlerdir. Ellerinden alınan onur ve özlemini duydukları özgürlük için Suriye’de kitleler harekete geçmiş, özgürlüğün rehberliğinde diğer meydanlarda da ışıklar yakılmıştır. Arap ülkelerindeki resmi rejimler ve köklü diktatörlükler, uyanan toplumlara karşı zulme başlamış ve meydanları katliam ve yıkımla dolu birer savaş alanına çevirmiştir.
Bununla beraber insanlar, Tunus’ta olduğu gibi diğer meydanlarda devrimlerinin ürünlerini toplamışlardır. Suriye devrimi gibi devrimler ise her ihtimale açık bir şekilde kalmıştır. İhtimal dahilinde olmayan tek şey ise tekrar rejimin eline dönmektir. Suriye halkı bedeli ne olursa olsun böylesi bir ihtimali reddetmektedir. Bölgesel ve uluslararası düzeyde yapılan tüm girişimlere, yaşanan trajedinin boyutuna, şehit sayısının günbegün artmasına ve varil bombalarıyla katliam yapan katilin geri dönmesi yönündeki sürekli girişimlere rağmen, halk tutumunu sürdürmektedir.
Kimileri zorba rejimlerin daha güçlü olduğunu, diktatörlerin şiddet ve terörünün saati geri döndürebileceğini, sürekli yükselen Arap Baharı’nın bir şekilde düşerek ilk bunalım dalgasında son bulacağını sanmıştır. Ancak ikinci dalganın başlangıcıyla, hayal değil gerçek olarak halkların ve değişim gücünün her türlü baskı, hava bombardımanı ve benzerlerinden büyük olduğu anlaşılmıştır. Arap Baharı’nın ikinci dalgası, değişimle birlikte başlamıştır. Bugün devasa ve sarsıcı bir hareket olarak gördüğümüz budur. Irak meydanlarında ve aynı şekilde Lübnan meydanlarında İran’ın ve Hizbullat’ın her türlü müdahalesine rağmen yaşanan budur.
Irak, Lübnan ve Suriye devrimlerinin ortak noktası, düşmanın tek olmasıdır: Zorba rejim ve Molla devletinin bu halklara müdahalesi. Irak’ta Haşdişabi, Lübnan’da Hizbullah ve Suriye’de dışarıdan getirilen mezhepçi milisler vasıtasıyla meydanları güvenlik açısından birbirine bağlamışlardır. Sonrasında ise bunları İran Devrim Muhafızları ve Velayet-i Fakih devletine, bölgenin tamamına dair Pers mezhepçi projesine sahip olan Molla yönetimine bağlamışlardır.
Bu üç devrim arasındaki sağlam bağlantı ve eklem işlevi gören nokta, İran’ın müdahalesini, projesini ve fakih devletini ülkelerinde istememeleridir. Ayrıca İran’ın tüm bu devrimlerle mücadele aracı olan Mollaların zulmünü de reddetmektedirler. İran Suriye’ye doğrudan müdahale etmiş, Molla devletine tabi tüm mezhepçileri Suriye halkını katletmek ve Suriye’yi coğrafi olarak ilhak etmek, yine İran’ın projesiyle demografik olarak kendine bağlamak için Suriye’ye getirmiştir. Ülkelerimize ulaşmasına izin verirsek, en tehlikeli projenin bu olduğunda şüphe yoktur. Hizbullah milisleriyle Lübnan’a nüfuz etmeye çalışan, onlara özel silahlar tedarik eden, el-Avni akımı gibi bazı güçleri yönetme becerisine sahip olan, bu akımı itaatkâr ve yönetimi kolay bir araç haline getirerek Hizbullah milisleri ve Emel hareketi gibi mezhepçi boyutunu örtmek için bu akımı Hristiyan bir vitrin olarak idare eden de İran’dır.
Irak’ın isyanı ise daha aşikârdır. Zira Arap milli halk güçleri, ülkelerinin İran Devrim Muhafızları/Besic’in itaati altında olmasını reddetmektedir. Aynı şekilde Pers devletine bağlı Şii Irak mezhepçiliği çatısı altına girmesini de istememektedirler. Nitekim Irak, tarih boyunca İran’ın bölgeye yayılma ve müdahale etmesi karşısında Arap ve Müslümanların doğudaki kapısı, hatta İran’ın projesini uygulamasının önleyicisi olmuştur.
Bu noktadan hareketle bugün Irak, Suriye ve Lübnan’da yaşananlar, bölgedeki yeni İranlı işgalcilerin ayakları altındaki toprağı sarsmakta ve kaçınılmaz büyük yer değişikliklerin yaşanmasına meydan vermektedir. Şimdi Bağdat, Beyrut ve Suriye’nin tamamında tanık olunanlar, daha büyük, mezhepçi Persleri er ya da geç farkında olsunlar ya da olmasınlar, geldikleri yere geri gönderecek güçte bir şeyin başlangıcıdır.
Ahmet Mazhar Saduu
Siyasi bölüm başkanı