İçinde bulunduğumuz çağ, halkların zulüm ve istibdattan kurtuluş, özgürlük, demokrasi ve çoğulculuğa karşı ilerleyiş ve hayatın her alanında sosyal adaleti gerçekleştirme çağıdır. Dünya halklarının birçoğu, tarihi gelişimi ve milli mücadelelerinin belirli aşamaları vasıtasıyla, birçok başarıya imza atmış ve insan topluluklarının adalet, demokrasi ve sosyal barışı hayata geçirmesini sağlayacak yasaları ortaya koymayı başarmıştır.
Arapların zihninde diaspora, Yahudiler ve Filistinlilerle ilişkilendirilmektedir. Ancak diaspora ve zorla vatanından çıkarılma, savaşlar, doğal sebepler ve çeşitli toplumsal sıkıntılar nedeniyle meydana gelebilir. Yahudilere atfedilen tarihi diasporanın yanı sıra, Yunanlılar da diaspora ve tehciri yaşamıştır. Yine siyahi Afrikalılar da köle ticaretiyle Atlas Okyanusu üzerinden kıtalarından ayrılmak zorunda bırakılmışlardır. Çinliler ise Çin’in güneyine gönderilmiş, Hintliler Hindistan’ın çeşitli bölgelerinden ucuz işgücü ihracatı döneminde Asya’nın güneyine gitmişlerdir. Öte yandan tarih içerisinde İrlandalılar, kıtlık felaketi nedeniyle diasporaya gitmiştir. Yirminci yüzyılda ise Filistin’deki Araplar, 1948 yılında büyük felaketlerini yaşayarak, dünyaya dağılmışlardır.
Diasporanın içerisinde asimile olma, özümseme, yerleşme ve çözülme gibi, insan toplumlarının tanık olduğu sömürgeci ve emperyalist dönemlerde meydana gelen kimlik meseleleri ortaya çıkmaktadır. Halklar ve kimliklerin çatışması sonucu daha uzun ve kötü katliam ve acılar kendisini göstermiştir. Zira birçok halk Sykes-Picot komplosunun izleri nedeniyle kimliklerini kaybetme konusunda sıkıntı yaşamış, hatta bu halkları kimlikleri ve yaşamlarına dair haberler uzun bir süre “sessizlik politikası” nedeniyle duyulmaz olmuştur. Yirminci yüzyılda bu yerleşim felaketinden sıkıntı çeken ve çekmekte olanlar yalnızca Filistinliler değillerdir.
“İltica” konusu da günümüzde en fazla üzerinde konuşulan konulardandır. Aynı zamanda Suriye halkımız açısından eleştirmen, araştırmacı ve düşünürlerin en fazla üzerinde durduğu toplumsal, siyasal ve eleştirel kavramlardan da birisidir. Bu kavram özellikle de Suriyelilerin 2011’de başlayan devriminden sonra yaşanan tehcirin ve Irak’ta 2003’te meydana gelen işgalin ardından daha da önem kazanmıştır. İltica meselesi, tabiat ve toplumdan daha önce benzeri görülmemiş biçimde uzaklaşan ve psikolojik gerilim, kaygı ve kendi toplumu veya iltica ettiği toplumla kaynaşma sorunu yaşayan insanın karşı karşıya olduğu krizlerdendir. Öyle ki mülteci bireyin dil, kültür ve medeniyet bakımından çeşitli toplumlarla etkileşimi de zor hale gelmiştir.
Bu karmaşık bir konudur. Bu konu hakkında konuşmak, halkımız ve Arap toplumlarında tehcire uğrayan herkesin trajedisinin odak noktasına alınması demektir. Ancak Arap Birliği, Arap partileri, çeşitli kuruluşlar ve sivil toplumun hala bu konuya haberlerde kısaca yer verilen, hızlı bir şekilde unutulan ve basit bir Arap şiirinde tekrar akıllara gelen tali bir konu gibi yaklaşmaktadır.
Diaspora ve Filistinli kardeşlerimizin sıkıntıları gerçek anlamda 1948 yılında başlamış olsa da, Arap topraklarının genelindeki kardeşlerimizin sıkıntıları I. Dünya Savaşı’ndan önce başlamıştır. Ancak bu sıkıntılar petrolün gelecek yıllarda önemli bir enerji olacağının anlaşılmasıyla yaşanan çatışmalar sırasında, uluslararası ölçekte görünür hale gelmiştir. İlk petrol araştırmaları, Arap topraklarının petrol ve doğalgaz denizi üzerinde olduğunu göstermiştir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen küresel çatışma ve yeni haritaların oluşumunun sırrı, petrolün en önemli stratejik çıkar unsuru olmasında yatmaktadır. Bu unsur, Atlas Okyanusu’nun ötesinden gelen mali güçlerin, komplolarıyla henüz Ortadoğu olarak anılmayan bölgeye ulaşmasındaki etkendir. Asıl büyük siyasi suç, herkesin komploculuk yaparken söz konusu halklar hakkında sessiz kalması ve onun kaderini büyük güçlerin pençeleri ve arzuları arasına terk etmesidir. Sömürge altında yaşayan Arap rejimlerinin bu kapıyı kapatması gerekirdi. Ancak devrimci ve vatansever olarak adlandırılan bölge rejimleri, çok da iyi durumda değillerdi ve gereken siyasi ve manevi desteği göstermedi. Bu nedenle söz konusu mesele de, belirli tarihsel aşamalar haricinde, bir kimlik ve tarih meselesi olarak öne çıkmadı. Baas ve Baasçılar bu konuyu bölgenin diğer siyasi meseleleri gibi bir koz olarak pazarlamaktaydılar. Böylece Arap toprakları bölgedeki petrol rezervlerinin hakimi olan İranlılar, Araplar ve İngilizler arasındaki bölgesel çatışmada, karmaşık bir satranç tahtası haline geldi.
İran rejimlerinin Farslar haricindeki milletlere karşı politikası, Siyonistlerin Filistin’deki politikasından farksız görünmektedir. Bu politikada diğer milletlerin hakları görmezden gelinmekte ve başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi olmak üzere tüm uluslararası karar, yasa ve sözleşmeler hiçe sayılmaktadır. Bu nedenle İran halklarındaki milletlerin talepleri, merkezi hükümeti hakimiyet ruhu ve Molla hükümeti tarafından zulüm görmüş diğer azınlıkları Farslaştırma noktasından hareketle endişelendirmektedir. Bu ruh 2003’ten sonra Irak’ta da kendisini göstermiştir. Tahran’daki askerler ve sarıklılar, tarihsel olarak Ahvaz’da uygulanan etnik temizlik politikasını Irak’ta da uygulamışlardır.
Siyasi ve milli hareket süreci, İran’ın tüm bölgelerinde devrime doğru ilerlemekte ve bu Molla rejiminin son dönemdeki baskıcı uygulamalarından da anlaşılmaktadır. Hatta Suriye, Lübnan ve Irak’ta BESİC ve Kudüs Gücü’nün ulaştığı tüm bölgelerde de yoğunlaşan idamlar ve tutukluların ailelerinin en ağır cezalarla tehdit edilmesinde de görülmektedir. Ayrıca halk düzeyinde yaşanan kötü ekonomik durum da cabasıdır. Siyasal rejim ise İslami olduğunu iddia eden zulüm cumhuriyetinin “polis devleti” koruması altında yolsuzluk, hırsızlık ve yağmalarla içeriden çürümektedir. Başında İran halklarının durduğu öfke patlaması, şimdi (zor şartlarda bulunan Ahvar halkının hareketi de dahil) içerisinde ortaya çıkmayı bekleyen dinamik gelişmeler barındırmaktadır.
Arap Baharı devrimlerinin şu ana dek ortaya koymuş olduğu en önemli şeylerden biri, halkların uzun süre esaretini kırmış ve tarihin kapılarının önlerinde açarak onları özgürleşmeye, izole olduğu dünyayla barışmaya, yeniden mahrum edildiği çağa dahil olmaya ve yalnızca tüketicisi olması istenen medeni kazanımların olumlu bir katılımcısı olmaya teşvik etmiştir. Son dönemde umudunu kaybeden, değişim konusunda karamsarlığa kapılan ve Arapların tarihten çekildiğini söyleyenler, istibdat, yolsuzluk ve işgallerin hiçbir halk için kader olmadığını görmüştür. Çünkü umut ölmez. Umut olmadan onur, özgürlük, medeniyet ve hayat da olmaz.
Abdulbasit Hammude
Suriyeli Yazar