İdlib’den kendi attığı kör bombalar yüzünden evleri yıkılan, birçok yakınını kaybeden ve kendi canlarını kurtarmak için Türkiye’nin yolunu tutan bir milyon insanın şu kış ortasında yaşamakta olduğu trajediyi görmezden gelen Rusya Savunma Bakanlığı yaşanan krizin sebebini pişkince “Türkiye’nin ılımlı muhalifleri teröristlerden ayırmaması” olarak koymuştu.
Hadi Türkiye ılımlı muhaliflerle teröristleri ayıramadı, ki bazen gerçekten bunları ayırmak çok kolay olmayabilir, peki çoluk çocukla teröristi ayırmak çok mu zor? Cumhurbaşkanı Erdoğan aslında bu can alıcı soruları Putin’le olan özel diyalogu düzeyinde sürekli dile getiriyor ve öğrenebildiğimiz kadarıyla Putin bu durumu kabul ediyor ve Erdoğan’a hak veriyor. Ancak ona tabi olan Savunma Bakanlığı’ndan yükselen sözler, Rusya’da da durumun zaman zaman ABD’dekinden farklı olmadığını gösteriyor. Yani Putin’i dinlemeyen, Putin’i hiç dikkate almadan kendi politikasını sahada uygulayan bir silahlı bürokrasi var.
Türkiye’nin ılımlı muhalifleri teröristlerden ayırmaması bahanesine sığınan bu bürokrasi üstüne üstlük bir de Türkiye sınırına doğru giden bir milyon mülteci ile ilgili haberleri de abartılı, hatta uydurma olarak gördüğünü ifade etmiş.
Bakanlık yetkilisi İdlib gerilimi azaltma bölgesindeki sığınmacıların bölgeyi kitleler halinde terk ettiğine dair haberlerin gerçeği yansıtmadığını ve bazı basın yayın organlarında yer alan haberlerin somut bulgulara dayanmadığını, hatta İdlib’deki sakinlerin önemli bölümünün tehlikeli bölgelerden güvenli bir şekilde ayrılarak hükümetin kontrolündeki bölgelere geçtiğini söylemiş.
Tam olarak “ben bombalarım gerisine karışmam, görmem” lakaytlığı ve pişkinliği. Şu iletişim teknolojileri çağında, on binlerce metre yüksekten istediği noktaya odaklanıp hücrelerine kadar analiz edebilen imkânların sahibinin insani meselelere karşı bu lakaytlığı ne kadar ürkütücü?
Bu kadar teknolojiye de gerek yok hâlbuki, İdlib’deki o vahşi icraatlarınızın sonucunu test etmek için. Şu basit soruya cevap vermek yeter de artar bile: Türkiye sınırına dayanmış olan bir milyon insan nereden geldi acaba? Bu kış ortasında bu kadar yetişkin insan karda, buzda çamurda çoluk çocuğunu sonu belirsiz, korkunç bir maceraya keyfinden mi atar?
Olaki “bir milyon” rakamı “bir istatistik olarak” hiçbir duyguyu harekete geçirmiyordur artık, biraz müşahhas örneklerden gidelim, belki daha uyarıcı olur.
Dün Yeni Şafak’ta da, başka ajanslarda da yer alan üç tane hikâye. Benzeri milyonlarcası olan sadece üç tane örnek:
BİR.İman Mahmud Leyla, İdlib’de soğuğa yenik düşen bebeklerden sadece birisi. Dünyaya geleli daha 1,5 yıl olmasına rağmen büyük acılar yaşadı. 4 kişilik ailesi, Esed rejiminin oluk oluk kan akıttığı Doğu Guta’daki Hamuriye köyünden kaçmak zorunda kaldı. Bombalar peşlerini bırakmadığı için birçok kez göç etmek zorunda kaldılar. Son durakları ise Afrin’e 1 saat uzaklıktaki Mareta köyü oldu. Camı, penceresi, banyosu, tuvaleti olmayan, sadece 4 duvardan ibaret sıvasız bir dükkana sığındılar. Ancak minik Leyla’nın küçük bedeni bu acılara daha fazla dayanamadı. Bir sabah kalktığında kızının hareketsiz bir şekilde yattığını gören baba, yavrusunu kucaklayarak yola düştü. Leyla’nın cansız bedeniyle tam 1 saat yol yürüyen baba, hastanede duymak istemediği cevaplar aldı. Doktorlar dünyaya gözleri açık veda eden Leyla’nın donarak öldüğünü söyledi. Kara haberle yıkılan baba, doktorların ‘araba ile evine götürelim’ ısrarına rağmen acısını kucağına alıp 1 saat yürüyerek evine döndü, kızını toprağın bağrına emanet etti.
İKİ. Hammadî ailesi. Aile, Kefr Ruma’dan Maar’ed Mısrin kasabasına göçtü. Killi köyündeki el-Ziya kampına yerleşen aile, derme çatma bir çadır bulabildikleri için kendilerini şanslı hisseden Suriyeliler arasındaydı. Ancak bu buluş canlarını kurtarmaya yetmedi. Geceleri eksi 10 dereceyi gören soğuktan korunmak için çadırın ortasına bir mangal koydular. Yakacakları olmadığı için mangala elbise ve ayakkabılarına atarak tutuşturdular. Baba Sıtayf Hammadî, yavruları Hûr ve Hüda’yı da yanına alarak uyudu; anne de bir köşeye kıvrıldı. Ancak bu son uykuları oldu. Mangaldan çıkan dumandan sızan Hammadî ailesi koyun koyuna can verdi.
ÜÇ. Muhammed Kusay Selce. 16 yaşındaydı ama nereli olduğunu bilen, ailesini tanıyan yok. Suriye içlerinlerinden, bombardımandan kaçarak Maar’ed Mısrin’e geldi. Eski bir tavuk çiftliğinde kalıyordu. Ne yatağı ne de battaniyesi vardı. Pazartesi gecesi beton üzerinde yattığı ölüm uykusundan uyanamadı. Onu bulanlar hastaneye yetiştirdiğinde çoktan can vermişti. Onu geri döndürmek için müdahale eden hemşirenin “Vücudu öyle donmuştu ki iğneyi koluna zor sokabildik” sözleri Selce’nin dramını özetledi. Maarşurin’de kalan zihinsel engelli Ammar el-Süleyman’ın ölümü de soğuktan oldu. Süleyman da soğuktan korunmak için sığındığı çadırda donarak hayata veda etti.
Rusya’nın katil Esed rejimini kurtarmak üzere giriştiği sorumsuzca saldırıların sonucu olarak karşımıza çıkan yüzyılın bu insanlık trajedisinin, toplamda insanlığımızın ne kadar büyük bir tehdit altında olduğunu gösteriyor aslında. İki kutuplu dünyanın iki süper gücünden birinin bugün sadece çıkarlarını düşünen bir katliam makinasına dönüşmüş olduğunun resmidir bu.
Sahi Suriye’de Rusya ve İran neden sadece savaşın ve siyasi çözümün bir parçasıdır? Neden bizzat kendi eylemlerinden doğan bu insani trajedinin çözümünün bir parçası değil? Neden onu bu çözümün bir parçası olmaya davet etmeyi hiç kimse aklına bile getirmiyor?
Dünyamızın insani meselelerinde kendilerinden umut kesilmiş olması onlar için bir ayıp olarak yeter de artar değil mi?