Trump’ın asrın planı olarak sunduğu ve gerçekte 1917 Balfour Deklarasyonu kadar bir utanç vesikası olan belge karşısında, TBMM’nin duruşu, bu konuda hassasiyeti olan bütün halklar ve devletler nazarında saygı uyandırmıştır. Meselenin her şeyden önce, dünya barışını belirleyecek boyutlarda insani bir mesele olması hasebiyle, Meclis’teki bütün tarafların aynı duyarlılığı göstermesi; hem Türkiye ve hem de bölge ve dünya açısında tarihi bir önemi haizdir.
Meclis’teki bu duyarlılık karşısında kimi beceriksiz ve halklarını temsil etmeyen Arap yöneticileri, Türkiye’nin Filistin meselesine dahli olmasını anlamayarak rahatsız olmuşlardır. İlginçtir ki, Türkçe sosyal medyada tıpkı Suriye meselesinde olduğu gibi bu konuda da tarihî bilgiden yoksun pek çok değerlendirmeler yapılmaya başlanmıştır.
Sorular şunlardır: Türkiye’nin Suriye’de ne işi vardır, Filistin/Kudüs Türkiye’yi neden ilgilendirmektedir?
Bu sorulara defalarca cevap vermiş olmakla birlikte bir kere daha ele alınmasında yarar vardır. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada taraflar sosyal medyada birbirine ayar vermekten haz almaktadır. Bilgi yerine aforizmanın, delil yerine mugalatanın, vicdan yerine menfaatin, doğru yerine yalanın hakim olduğu bir mecrada herkes kendi tıynetine göre söz söylemeyi marifet saymaktadır.
Biz, negatif yaklaşımları bir tarafa koyalım. Lakin pozitif bakışlarda bile maalesef aynı usul takip edilmektedir.
Mesela, Türkiye’nin Suriye’deki varlığını, eski Osmanlı vatandaşı olan İdlib, Halep veya Filistinlilerin Çanakkale’deki varlığı ile izah etmek için; vicdanın yerine geçmişte sağlanmış bir menfaati koymak ne kadar doğrudur?
12 milyon insanın yerinden olduğu, milyona yakın insanın hayatını kaybettiği bir haksızlığa bir zulme müdahil olmak için geçmişteki defterleri karıştırmak ne kadar ahlâkîdir? Böyle bir davranışın, bu defterlerden husumet çıkarıp itiraz edenlerin yaptıklarından farkı nedir?
Suriye de Filistin meselesi de her şeyden önce insanî bir meseledir. Ama bu yetmiyor ve illa bir gerekçe aranıyorsa; Suriye ve Filistin’in bir grubun, bir partinin değil; doğrudan Türkiye devletinin tarihi meselesi olduğunu hatırlatalım. TBMM’nin duyarlı davranışının da buna bağlı olduğunu unutmayalım.
1896’dan sonra Osmanlı Devleti, Siyonizm davası ile doğrudan muhatap olmaya başladı. Dönemim şartları altında, uluslararası baskıları çok iyi idare eden devlet aklı, belki Filistin’e Yahudi göçünü bütünüyle engelleyemedi fakat 1917 yılına kadar Siyonistlerin devlet hayallerini erteledi. Osmanlı Devleti’nin hâlâ cephelerde savaştığı ve ortaklarına rağmen İngiliz ve Fransızları kısmen Misak-ı Milli sınırlarında tuttuğu bir zamanda; Siyonistler ile İngilizlerin işbirliği bilinen o meş’um belgeyi doğurdu.
Siyonistlere zımnen devlet sözü veren Balfour Deklarasyonu’nun, İngilizlerin Kudüs’ü işgallerinden kısa bir süre önceye denk gelmesi bir anlam ifade etmiyor mu? Ya da, bu utanç belgesi karşılığında 2 Kasım 1917’de Siyonistlerden izin alan İngilizler, 9 Aralık’ta Kudüs’ü işgale başladıkları anlaşılmıyor mu?
O tarihte İstanbul’daki Osmanlı hükümetinin yapabileceği bir şey yoktur. Raporlar, protestolar ve zorunlu sineye çekmeler ile yetinilmiştir. Ancak Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Mısak-ı Milli’yi ortaya koymuş, uygulaması ise Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine kalmıştır.
Hikayenin diğer kısmını az çok bilsek de 1922 yılında TBMM’de, artık sınırların dışında kalan Filistin meselesinin tartışıldığı bilmiyoruz.
Meclis’in Ali Fuat Paşa başkanlığındaki 23 Aralık 1922 tarihli oturumunda; Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, bir dilekçenin görüşülmesini önermiştir. Eski Musevi milletvekillerinden Mişon Vantora ve arkadaşlarının imzasıyla Meclis’e sunulan dilekçede; Filistin’in Türkiye’nin idaresine alınması için uluslararası girişimlerin yapılmasını talep etmektedir. O zor şartlarda şaşırtıcı bir talep olsa da görüşmeye değer bulunan bu istek konusunda Antalya mebusu Rasih Bey hariç, söz alan hiçbir milletvekili olumsuz konuşmamıştır. Mesele, Filistin’den, Osmanlı’ya asırlarca önce iltica edip hâlâ uyum sağlayamayan Sefared Yahudilerine kadar uzayınca, Trabzon milletvekili Ali ŞükrüBey şöyle der:
“Arkadaşlar! ...Filistin için bu milletin birçok kanının aktığını unutuyoruz.. Onu muhafaza için milyonları sarf ettiğimizi ve Misak-ı Millimizin bir maddesini de unutuyoruz. Efendiler! Misak-ı Millimizde; Türk milli hududu dışında kalan dindaşlarımızın hürriyetini talep ediyorduk. Bugün görünüyor ki orada bulunan dindaşlarımız değil, dinimizden olmayan Museviler bile bizim mandamızı istiyorlar. Bence bu, Misak-ı Millimizin bir noktasının gerçekleşmesi için atılmış bir adımdır.”
İçinde toprak değil, hürriyet talebi olan o konuşmaları nakletmek yerine, Ali Şükrü Bey’in vasiyet gibi şu sözleriyle yazıya son verelim:
“Meclisimiz, lütfen bugün bir karar alsın. Yetkili bir heyetimiz, yalnız Filistin değil, diğer meseleleri de takip etsin. Milli sınırlarımız dışında bulunan dindaşlarımızın hürriyetlerinin sağlanması için gereken en etkili teşebbüsün yapılmasını (dünyadan) talep etsin.”
Hülâsa; Suriye ve Filistin meseleleri Türk devletinin tarihi mirasıdır.