Bu ifadeler yeniden İzmir’de yayın hayatına başlayan Hıfz-ı Sıhha dergisinin 27 Mayıs 1908 tarihli nüshasında yer almaktadır. Diyaloğun devamından önce kısaca Osmanlı’dan Cumhuriyete Türk tıp dergiciliği hakkında kısa bir bilgi verelim.
Malum, Türkçe matbuat tarihimiz Takvim-i Vekayi’nin çıktığı 1831 yılı ile başlatılır. Söz konusu resmi gazetede sağlığı ilgilendiren bazı yazılar, bu konudaki devlet ve hükümet kararları yer almış ise de ilk tıp dergimiz; 1849 yılında Mekteb-i Tıbbıye-yi Şahane tarafında çıkarılan Vak’ayi-i Tıbbıye dergisidir. İlk sayısı, Sultan Abdülmecid saltanatı yıllarında 26 Mart 1849 tarihinde yayın hayatına giren derginin; Fransızca sürdürülen tıp eğitiminin Türkçeleştirilmesine giden yolda çok önemli bir adımdır. Sınırlı sahifeleri, taş baskısıyla aylık olarak çıkarılan bu dergi, ülkemizde bugün tıpta ve tıp eğitiminde ulaşılan üstün seviyenin öncüsü kabul edilmelidir. Osmanlı’da tıp eğitiminde Türkçe’nin benimsenmesi ile birlikte, hem tıp eğitimi ve hem de Türkçe tıp dergiciliği de gelişmeye başlamıştır. Vak’ayi-i Tıbbıye Dergisi, o dönemin de baş belası olan salgın hastalıklar konusunda bilinçlendirme yapmasının yanında; Batı’daki tıp literatürünü Türkçeleştirerek büyük bir hizmet vermiş ve Türkçe tıp eğitiminin önünü açmıştır. Nitekim Osmanlı’da tıp eğitimi geliştikçe Vak’ayi-i Tıbbıye’nin açtığı yolda, pek çok yeni Türkçe tıp dergileri de yayın hayatına girmiştir.
Aslında bu dergiler sadece Türk tıbbının gelişmesine katkı vermemiş, aynı zamanda Türk modernleşmesinde de öncü rol oynamışlardır. Oluşturdukları haleler zamanla ekol, anlayış ve dünyaya bakışları bakımlarından bölünmüş olsalar da bugün müstağnı olamayacağımız bir birikim bırakmışlardır. Günümüzde Türkiye’deki tıp eğitimi ve tababetin ulaştığı seviye, dünyanın takdir ettiği ve hepimizin gurur duyacağı bir seviyededir. Normal zamanlarda fark edemediğimiz bu hakikat, bugün çok daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Hekimlerimiz ve sağlık çalışanlarımız, tarihten aldıkları misyonlarıyla aklın ve bilimin öngördüğü her türlü çabayı fedakârane bir biçimde sergileyerek dünyaya örnek olmaktadırlar.
Maalesef aynı şekilde tıp dergiciliğimizin geçmişteki düzeyini koruduğunu söylemek mümkün değildir. Araştırmalar, sayısal olarak artan, ama sürekliliği olmayan ve diğer reklam esaslı sektör dergilerinden farklılaşmayan bir düzeyde olduklarını göstermektedir. Bu yüzden Türkiye’nin tıpta ulaştığı bilimsel seviye doğru paylaşılamamakta ve çoğu kere halk yetkin olmayan kişilerin değerlendirmelerine mahkûm edilmektedir. Aslında son zamanlarda yaşadıklarımız, Covid 19 hakkında bilen-bilmeyenlerin yerli-yersiz beyanları ve halkın yanlış yönlendirilmesi de bunu göstermektedir.
Hala sirkenin faydası olup olmadığını merak ediyorsunuz değil mi? Tıpkı, sarımsağın, sumağın, şalgamın hatta turşunun korona- virüse faydasının olup olmadığını merak ettiğiniz gibi.
Bu kısmı hakiki uzmanlarına bırakalım ve biz yazının başındaki diyaloğu sadeleştirip hekimin cevabını aktaralım:
- “Birader, sağlık durumumuzu bozan şeyleri bilmediğimizden her gün vücudumuzu tehlikeye atıyoruz. Körü körüne yiyip içiyoruz. Beslenme denilen önemli meseleyi hiç bilmiyoruz. Beslenmeyi mideyi şişirmekten ibaret, zannedip elimize geleni tüketiyoruz. Oysa değil sirkenin, suyun bile terkibini bilip ona göre tüketmeliyiz.”
Hıfz-i Sıhha dergisindeki bu diyaloğu uzatmaya gerek yoktur. Günümüzde sirke ile ilgili her türlü bilgiye kolayca ulaşmanız mümkündür. Ama orada yapılan ve bugüne kadar değişmeyen uyarıyı bir kere daha hatırlatalım:
Her konuda olduğu gibi, sağlığımızı ilgilendiren alalara da hile ve hilekar tüccarın eli uzanmaktadır. Siz, siz olun onlardan uzak durun.
Sağlığımız üzerinden ticaret yapmak isteyen satıcıları, sözde hastaneleri, beyaz önlük giyerek halkı kandıran şarlatanları dikkate almayın. Bugün dünyanın imrendiği Türk tıbbına güvenin ve onların yönlendirmeleri ile hareket edin.