Ankara'nın Libya ve Doğu Akdeniz hamleleri birçok başkentte Türkiye'nin uluslararası konumu üzerine kafaları karıştırdı. ABD kamuoyu Başkan Trump'ın seçimlerin ertelenmesi fikriyle meşgul iken, Avrupa medyası Ayasofya'nın yeniden camiye çevrilmesi ile iyice kontrolden çıktı. Bir yandan uzun süredir dillendirdikleri "Sultan Erdoğan'a cevap verilmeyecek mi?" sızlanmasını büyüterek "agresif Yeni Osmanlı yayılmacılığı" suçlamasına geçtiler. Diğer yandan ise Başkan Erdoğan'ın ABD'nin etrafımızdaki bölgeden çekilmesinden doğan boşluğu doldurarak ülkesini güçlendirdiğini görüyorlar. Avrupalı siyasetçilerin yapamadığı şeyi tecrübeli lider olarak Erdoğan'ın yapmasının Türkiye'yi yeni bir aktörlük düzlemine taşıdığını fark ediyorlar. ABD'nin küresel rolünü yeniden tanımladığı bir dönemde Avrupa, "etkili lider eksikliği" sorunu yaşıyor. Macron'un performansından duyulan bir hayal kırıklığı var. Merkel'in siyaseti bırakmasının oluşturacağı boşluğu Almanya'da kimin dolduracağı belirsiz. Böylesi bir ortamda Rusya'da Putin ve Türkiye'de Erdoğan, Avrupa siyasetine daha fazla etkide bulunabilir. İstemeseler de ortak çıkarlardan dolayı AB'nin Türkiye ile "birlikte çalışma zorunluluğunu" itiraf ediyorlar. Fransa ve Yunanistan'ın dar milli çıkarları için AB'yi Türkiye'ye yaptırım yapmaya zorladığını görüyorlar.
Aslında uyum zorlandıkları şey, 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle dizginleyemedikleri Ankara'nın yeni aktörlük tanımlamasıdır. Suriye, Irak, Libya ve Doğu Akdeniz'deki pro-aktif adımları ve kararlılığıdır. Eski oyun kurallarını artık Ankara'ya dayatamamalarıdır. Donanması ve sondaj gemileri ile Doğu Akdeniz'de olan Ankara, kenarda şikayetlenen bir başkent değil. Güç rekabetinin tam merkezinde. Yine Libya'daki askeri varlığıyla Ankara, Avrupa ve Kuzey Afrika'nın geleceği ile ilgili hem sahada hem masada etkin bir yerde. Bu yeni gerçekliğin anlaşılması ve Türkiye'nin çıkarlarına uygun yeni bir güç dağılımının kabul edilmesi ihtiyacı var. Bu dağılım uluslararası hukuka dayalı, bölge halklarının rızasıyla uyumlu ve hakkaniyetli olmalı. Akdeniz'e en uzun kıyısı olan ülkelerden birisini Doğu Akdeniz enerji denkleminden dışarda bırakmak boş bir hayal ve gürültüdür. Bugün köpürtülen Türkiye karşıtı ideolojik kampanyalar Ankara'nın kararlılığını zayıflatamaz. Erdoğan'ın Türkiye'nin yeni aktörlüğü için yaptıkları, olası bir iktidar değişikliğinde bile muhalefetin kaçamayacağı parametreler haline dönüşmüştür. Şimdi sorumsuzca "orada ne işimiz var" diyenler, masanın öbür tarafına geçme durumunda Türkiye'nin vazgeçilemez milli çıkarları için nelerin yapıldığını istemeseler de görecekler.
Bölgemizde Türkiye'nin etkisini sınırlandırmak için var gücüyle çabalayanların başında Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) geliyor. Abu Dabi, Kahire'yi Libya'daki iç savaşa sokmak için Türkiye karşıtı bir kampanyanın yürütücüsü. Darbeci Sisi'yi teşvik etmek amacıyla Türkiye karşıtlığı üzerinden bir "pan-Arabist milliyetçilik" üretmeye çalışıyor. "Türk işgali," "Bab-ı Ali ve kolonici dil" ya da "Arap iç işlerine karışmaktan vazgeçme" söylemleri bu çabanın ürünü. Ancak Vatiyye Üssü'ne yapılan son saldırıdan sonra BAE'nin yıkıcı faaliyetleri Ankara'da gündemin başköşesine oturdu. Daha önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun BAE'ye yaptığı uyarıyı geçtiğimiz günlerde Savunma Bakanı Akar'ın ifadeleriyle yeni bir aşamaya geçti: "Doğru zaman ve doğru yerde hesabını soracağız."
Bu açıklama seviyesi, BAE'nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki aşırı saldırgan operasyonlarının artık katlanılamaz yere geldiğini gösteriyor. Abu Dabi'nin Batı'da lobi için harcadığı paralar bölgemizde Yemen'den Suriye ve Libya'ya kadar ne kadar yıkıcı bir rol üstlendiğini örtemez. Katar ablukası ile Arapları ne kadar böldüğünü gizleyemez. Fas, Moritanya ve Tunus'taki manipülasyonlarını saklayamaz. BAE'nin yürüttüğü yıkıcı faaliyetlere Batı başkentlerinin suskunluğu ise apayrı bir ikiyüzlülük. Bu ikiyüzlülüğün sebebi MBZ'nin aktörlüğünün taşeronluktan ileri geçmemesi olsa gerek. Arap halkları "sahici Erdoğan" ile "hırslı, taşeron veliahtları" ayırt edecek bir ferasetin sahibi.