Trump, Kushner ve Netanyahu üçlüsünün uzun süre pazarladıkları yüzyılın barış planı suya düştü. Adeta dağ fare doğurdu. Filistin’i ve Filistinlileri yok sayan sözde barış planı bu üçlünün müttefiklerini bile memnun etmedi, nisyan çukuruna atıldı. Ancak aynı süreçte Körfez ülkelerine yapılan ABD-İsrail şantajı netice vererek İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi gündeme getirildi. Arapçada “tatbi’”, yani tabii haline dönüştürme kelimesi ile anlatılan bu süreç esasında, perde arkasında var olan ilişkilerin sahneye çıkarılması anlamını taşıyordu. Çeyrek asırdır İsrail ile BAE başta olmak üzere kimi Körfez ülkeleri arasında var olan gizli ilişkiler bir sır değildi. Dolayısıyla bugün ortaya çıkan durum, yani BAE-İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi de sürpriz olmadı.
BM’nin tanıdığı iki devletin kendi aralarında ilişki kurması ve bunu dünya ile paylaşması kadar tabii bir şey yoktur. Bu bağlamda bu iki devletin yaptıkları devletler hukukuna aykırı değildir. Ama aralarında fiziki temas, komşuluk ilişkileri bulunmayan, daha önce bir çatışma yaşamayan iki devletin ABD’nin gölgesine sığınarak bunu ilan etmeleri, ikili ilişkilerin ötesinde bir şeye işaret etmektedir.
Uluslararası sistemde devletlerden beklenen, barışın korunması ve üçüncü taraflara zarar vermemek üzere ikili, hatta çok taraflı ilişkilerin tesis edilmesidir. Hatta dünya bugün sıkı bölgesel ilişkilerin tesis edileceği bir düzene doğru kaymaktadır. Yani bölgesel, ikili ve çok taraflı ilişkilerin gelişmesini olumlu bulmaktadır. BAE-İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi bu bağlamda ele alınacaksa hemen şu sonuçları doğurması gerekmektedir:
*İsrail, 1948’den beri Araplara karşı sürdürdüğü düşmanlıktan vazgeçmeli, egemenlik iddiasını 1967 sınırlarına çekip hukuksuz bütün yerleşim alanlarını boşaltmalıdır.
* Bugün bölge istikrarını altüst eden Filistin mültecileri sorununa bir çare bulunmalı, bütün mültecilerin çıkarıldıkları yerlere dönmelerine izin verilmelidir.
* Hamas ve el Fetih arasında dış etkiler ile oluşan yapay kavga sonlandırılıp başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kuruluşu sağlanmalıdır.
*İsrail, işgal ettiği Suriye topraklarından çekilip Lübnan ile barış yapmalı ve bölgedeki kaynakları komşuluk ilişkileri içinde paylaşıma açmalıdır.
İki tarafın ilişkilerini normalleştirme niyetinde, bunlara dair bir şeylerin konuşulduğunu duydunuz mü? Aksine Netanyahu, daha söz muhatabını bulmadan, devletlerarası hukuka aykırı olarak ilan ettiği, Batı Şeria’nın ilhakını erteleyeceğini söyleyip hem Filistinlileri ve hem de yeni ortağını ölümle korkutup, sıtmaya razı etmeye kalkmıştır.
Bu yeni ilişki biçiminin etkileyeceği taraflara bakalım: Filistin Yönetimi ve Hamas başta olmak üzere taraflardan itirazlar yükseliyorsa; Bahreyn hariç, hiç kimse mutluluk narası atmıyorsa, ortada sorun var demektir. Filistin yönetiminden çeşitli temsilciler, zaten 2005’ten beri ilişkilerinin yavaşladığı ve 2014’te kesildiği BAE’nin kendi geleceklerini etkileyecek bir anlaşma yapmalarına ihanet olarak bakarken, son yıllarda iktidarını ayakta tutmak için İsrail’in şantajlarına ve BAE’nin desteğine mahkûm Sisi bile sessizliğini korumaktadır. Arap Birliği’nin eli ayağı dolanmış, “summun, bükmün” (sağır ve dilsiz) bir şekilde gelişmeleri izlemektedir.
Suudi Arabistan şaşkındır. Uzun zamandır BAE ile Yemen’de sürdürdüğü ortaklığı Aden’de kayaya çarpmış iken şimdi bu yükü nasıl kaldıracağını düşünmektedir. Zira Muhammed bin Selman’ın da ilişkileri normalleştirme konusunda arzusu olmasına rağmen bunu zamana yayıp bugüne kadar ilân ettikleri Filistin politikaları ile uyumlu hale getirmeyi isterken, BAE’nin bu ani hamlesi onu da zor durumda bırakmıştır. Arap dünyasının dış şantajlara mahkûm liderlikleri sesiz kalsa da sokakların bu sessizliği daha uzun süre sürdüremeyeceği apaçıktır. Cezayir, Tunus, hatta Fas ve diğerleri bu duruma şiddetle karşı iken, meseleye doğrudan taraf olan Doğu Arap dünyası da muhtemel sonuçlarından korkmaktadır. Zira bugüne kadar İsrail ile yapılan bütün anlaşmalardan zararla çıkmışlardır.
Bu anlaşma, BM’nin kriterlerine de karşıdır. Bu anlaşma ve sonuçları, uygulatamasa bile, BM’nin bugüne kadar Filistin lehinde çıkardığı bütün kararların aleyhindedir. Yani BM düzenini tehdit etmektedir. Ayrıca devletlerarası barışı öngören BM yasalarının üçüncü taraflara zarar vermeme prensiplerine de aykırıdır.
Kısaca bu anlaşma gayr-i meşrudur ve yok hükmündedir.
BAE-İsrail anlaşmasını meşrulaştırmak isteyenler ilginç bir şekilde, iki argümana başvurmaktadırlar. Birincisi, bir Müslüman devlet olarak kuruluşundan beri İsrail ile ilişkisi olan Türkiye’yi örnek göstermektedirler. Oysa Türkiye’nin baştan beri Siyonizm meselesine ve Yahudi devletine karşı geliştirdiği devlet politikası ile üçüncü taraflara zarar vermeyen hatta menfaat sağlayan ikili ilişkileri bu durumu izah etmek için uygun bir örnek değildir. Bu yüzden bu argüman batıldır.
İkincisi de, anlaşmadan rahatsızlık duyan sokakları kandırmak üzerine bina edilmiştir. Buna göre; Hz. Peygamber’in Benî Nadir Yahudileri, Hudeybiye’de Mekke müşrikleri ve özellikle Yahudilere vatandaşlık sağlayan Medine Sözleşmesi’ni ileri sürerek, BAE-İsrail anlaşmasını meşru ilân etmektedirler. Her biri farklı şartlarda gerçekleşmiş olmasına rağmen, tamamında barışı önceleyen, çevrenin güvenliğini ve bir İslâm devletinin kuruluşunu sağlayan söz konusu anlaşmalar ile, üçüncü tarafların haklarını yok sayan, bölge güvenliğini bozan ve bağımsız Filistin devletinin kuruluşunu engelleyen bu ucube anlaşmanın mukayesesi mümkün müdür?