Türkiye’nin Karadeniz’de tarihinin en büyük doğal gaz keşfini yapmış olması vesilesiyle haklı olarak büyük bir sevinç yaşanırken, bir yandan da bu buluş Türkiye’nin gelişme konusundaki özgünlüklerine dikkat çekmemize ve gelecek planlarımızı bunun üzerinden yapmamıza vesile olmalı. Daha önce de söyledik Türkiye şimdiye kadarki gelişimini hazır Allah vergisi doğal kaynaklara dayanarak yapmadı. Buna rağmen hazır kaynakları olan ülkelere büyük fark attı. O kadar ki, hazır doğal kaynakların bir ülkenin gelişimine ket vuran, olumsuz bir katkısı olduğu bile düşünülebiliyor.
Bugün birçok ülkenin petrolü, gazı olmadığında dayanabilecekleri başka hiçbir ekonomik güçleri, kaynakları ve üretimleri yok. Neticede bu ülkelerin ekonomileri petrol fiyatlarındaki dalgalanmalardan anında etkileniyorlar.
Türkiye ise bir yerlerden hazır bir geliri olmadığı için kendi kaynaklarını kendi insanına yatırım yaparak oluşturmak gerektiğini bildi-biliyor. Bu bir yandan 18 yıldır ülkeyi yöneten AK Parti’nin politikası iken aslında toplumsal yapı da kendini buna uygun olarak ayarlamış durumdadır. Anadolu’da otuz yıl öncesine kadar küçük esnaf veya zanaatkar olarak ekonomik hayatta yer alan insanlardan bugün dünya ekonomisiyle entegre olmuş, ürettiğini ihraç eden, üretmek için dünyanın her tarafından ham madde veya teknolojik altyapı ithal eden çok geniş bir tabaka oluşmuş durumda. Bu sayede Türkiye’de ihracat 18 yıl içinde neredeyse 5-6 kat artmış durumda. Anadolu insanının bu anlamda dünya ekonomisiyle bütünleşme kabiliyetinin ihtiyaç duyduğu kaynakları girişimciliğiyle ve aktif ilişki yönetimiyle temin ettiği görülüyor.
Konu beşeri sermaye, girişimcilik, sanayi ve hizmet sektörünün gelişimi olunca bunun eğitim boyutu çok önemli bir sosyolojik gerçekliktir. Türkiye’nin eski yüksek eğitim altyapısının Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu açılımı sağlamaktan ne kadar uzak olduğu bugün çok daha iyi görülüyor. Bugün üniversitelerin kalitesine yönelik çok kolaycı eleştirilerin geçmişle bugün arasında bir karşılaştırmaya dikkat kesilmesinde büyük fayda var.
Bir defa eskiden fazlasıyla ideolojik olan yüksek eğitimin dünyadaki genel eğilimleri tespit edip ona uygun bir insan kaynağı yetiştirmesi mümkün görünmüyordu. Her gün yüksek öğretim talep eden 1,7 milyon lise mezunu gencin en fazla yüzde onuna bu imkan sağlanabiliyordu ve geriye kalanlara hiçbir şey sunulmuyor, daha fazla öğrenci kabul edebilmek için kapasiteyi artırma yönünde, yeni üniversiteler açma yönünde hiçbir planlama veya istek bulunmuyordu. Öğrenci kabulünde bile temel belirleyici faktör yeterlilik veya yetenek değil ideolojiydi. O yüzden başörtüsü yasağı ve katsayı uygulamasıyla üniversiteye kabul tamamen ideolojik bir yaklaşıma hapsolmuşken bu bir yerde de karşılanamayan talebin yarattığı ağırlığı kestirmeden azaltmanın bir yolu oluyordu.
Eğitim bu kadar ideolojik olunca kalitesi de olmuyordu ve dünyaya hitap edecek bir yanı ve gücü de olmuyordu. O yüzden Türkiye’den yurtdışında her zaman ortalama 50 binin üstünde öğrenci okumaya gidiyorken, dünyadan Türkiye’ye okumaya gelen öğrenci sayısı bunun onda birini bile oluşturmuyordu. Türkiye eğitim alanında bile ciddi bir ticaret açığı içindeydi. Oysa bugün Türkiye’de üniversitelerin sayısının üç katına çıkmasıyla birlikte hem mümkün mertebe talep eden bütün öğrencilere yüksek öğretim imkanı verilirken, yabancı öğrencilerin okuyabileceği şekilde dünyaya açılan, uluslararasılaşan performanslarıyla Türkiye üniversiteleri şu anda yurtdışında okuyan Türk öğrencinin birkaç katı öğrenciye öğrenim imkanı sunmaktadır.
Aslında sadece bu bile Türkiye’de üniversitelerin nereden nereye gelmiş olduğunu gösteren çok önemli bir gösterge. Üstelik sadece merkez üniversiteler değil, taşra denilen şehirlerdeki üniversitelerde bile yüzlerce, binlerce yabancı öğrenci görebiliyorsunuz bugün.
Mesela sadece Siirt Üniversitesi’nde geçtiğimiz öğrenim yılı içinde 35 ayrı ülkeden 2500 yabancı öğrenci, üniversitenin bütün bölümlerinde olmak üzere okuyordu. Üniversite yetkililerinden edindiğim bilgiye göre bu sayı bu yıl içinde 3500’ü geçmiş olacak. Bu öğrencilerin hepsi şehirde altyapısı bulunan TÖMER’lerin kapasitesini daha da artırarak ciddi bir Türkçe eğitimini de sağlamış oluyor ve üniversiteyi tam da olması gerektiği gibi bütün dünyaya bağlamış oluyorlar. Böylece Siirt, Bitlis, Kütahya, Muş, Bingöl üniversitelerinde okuyan bir Türk öğrenci sadece sınıf arkadaşları üzerinden bile bu üniverselleşmeyi, evrenselleşmeyi veya küreselleşmeyi hissedip bilfiil yaşıyor. Bu sayede çokkültürlülüğün boyutları hakkında da fiilen daha gerçekçi ve insani bir vizyon kazanıyor. Tabii bir de Türkiye’nin bir şehrinde okuyan yabancı öğrencilerin ülkelerine nasıl bir tecrübe, düşünce ve duyguyla dönüp Türkiye ve ülkeleri arasında nasıl bir köprü oluşturacakları açısından ayrıca düşünmek gerekiyor.
Kuşkusuz sadece öğrenci düzeyinde değil, öğretim üyesi ve başka üniversitelerle ilişkiler düzeyinde de bu uluslararasılaşma her geçen gün ciddi bir seviyeye ulaşıyor. Türkiye eğitim alanında da ciddi bir değer üreten ve bunu dünyaya pazarlayabilen bir ülke haline gelmiş durumda.
210’u bulan üniversitesinde toplamda sekiz milyona yaklaşan üniversite öğrenci sayısıyla Türkiye sadece 18 yıl önceki haline değil, bütün dünyaya da bir fark atmış durumdadır. Üniversiteleşme oranının geleceğin dünyasını şekillendirecek beşeri sermayeyi temin etmenin en önemli yolu olduğunda kuşku yok. Hem üniversiteleşme hem üniversitelerin uluslararasılaşması hususu Türkiye’nin en önemli güç kaynaklarından birini oluşturuyor.
Doğrusu bu güç kaynağından gelen sonuçları da Türkiye’nin son zamanlarda her alanda ortaya koyduğu başarılarda, açılımlarda, açılışlarda görmeye başlıyoruz. Daha da göreceğiz çünkü bu alanda artık taşmaya başlayan ciddi bir birikim oluşmuş durumda.