Geçtiğimiz Temmuz ayında Ermenistan’ın Azerbaycan sivil hedeflerine yaptığı saldırılarla başlayan Dağlık Karabağ meselesindeki yeni gerilim Azerbaycan’ın 28 yıldır devam eden Ermeni işgali tarihinde kendisinden beklenmeyen bir karşı hamleye dönüşmesi bütün dünyada bir şaşkınlığa yol açmış bulunuyor.
Öyle görünüyor ki, başta saldırgan tutumunu bir alışkanlık haline getirmiş olan Ermenistan bu karşı hamleyi beklemiyordu, onu kışkırtıp bir yere kadar da destekleyen başta Fransa ve başka Batılı ülkeler de Azerbaycan’dan böyle bir hamle beklemiyorlardı. Geçerli uluslararası anlaşmalara dayalı hukuka göre ve BM kararlarına göre Dağlık Karabağ bölgesinin Azerbaycan’a ait olduğu, dolayısıyla Ermenistan bu varlığıyla işgalci olarak kabul edildiği halde bu kabuller ve hukuk Ermenistan’ı bağlamıyor, çünkü bu işgalciliği neredeyse anlayışla karşılanıyor ve ona karşı hiçbir yaptırımda bulunulmuyor.
Oysa Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali tam da Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i bir emrivaki yaparak işgal etmeye kalkıştığı ve bunun üzerine uluslararası toplumun tepkisini çektiği bir dönemin hemen ardında gerçekleşmişti. O dönemde bir devletin silahlı gücüne güvenerek kendisinden daha zayıf bir ülkeyi işgal etmeye kalkışamayacağı sözümona “yeni dünya düzeni”nin asla kabul edemeyeceği bir yanlış olarak nitelenecekti. ABD öncülüğünde kurulmaya çalışılan yeni uluslararası düzen bu tür işgalleri hoş görmeyecek, bunu yapanların yanına kâr bırakılmayacaktı. Irak’a karşı harekete geçirilen uluslararası savaş-yaptırım aygıtı düzenin sopasını herkese ibret olmak üzere göstermiş oluyordu.
Ne var ki, bu olaydan sadece bir-iki yıl sonra gerçekleşen Ermeni işgali ve bu işgal altında yaşanan Hocalı katliamı yeni dünya düzeninin hükmünün hızla askıya alındığı bir örnek olarak kayıtlara geçti. Gerçi bu hüküm Bosna’da da Müslümanlara karşı 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan en acımasız soykırıma kadar o askıdan inmedi.
Her iki örnekte Müslümanlar belki nüfus olarak değil ama silah olarak zayıf durumdaydı. Azerbaycan’da Hocalı katliamı yaşanırken yedi düvelden destek almakta olan Ermenilerin silah üstünlüğü karşısında dönemin Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey’in sığınabileceği tek melce olarak Türkiye’den 4 helikopter isteyişi meşhurdur. O dönemde Türkiye, Elçibey’e istediği yardımları verebilecek durumda değildi veya tercih etmedi, her neyse. Böylece Azeriler vahşi bir katliama maruz kaldı ve ülkelerinin bir kısmı işgal edildi.
O gün bugün Dağlık Karabağ konusu Ermenistan’ın işgali altında aşılamayan bir sorun olarak duruyor. Oysa sorunun aşılması için bir de uluslararası bir grup da kurulmuştu. Minsk adı verilen ve başta çatışmanın tarafları olan Azerbaycan ve Ermenistan ile birlikte, Türkiye, ABD, Rusya, Fransa, Beyaz Rusya, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, İsveç, Finlandiya’nın üye olduğu grup hâlâ resmen mevcut.
Grubun hedefi müzakere sürecini güvence altına alma yolunda, uyuşmazlık çözümü için uygun bir çerçeve sağlamak; Minsk Konferansı’nın toplanmasına izin vermek için taraflarca silahlı çatışmanın durdurulmasına ilişkin bir anlaşmaya vararak, AGİT çokuluslu barışı koruma güçlerini konuşlandırarak barış sürecini desteklemek olarak belirlenmişti. Kuruluşunun üzerinden 28 yıl geçtiği halde bu grup bir milim bile yol kat etmedi. Tam aksine fiilen Ermeni işgali daha da derinleşti ve zaman geçtikçe orada Ermeni yerleşimleri daha da kalıcı hale getirilmeye çalışıldığı için işin içinden çıkılmaz hale daha fazla gelmiş oldu.
Şimdi Azerbaycan’ın Ermeni saldırılarına karşı koyarak başladığı harekât herkesi şaşırtacak şekilde Dağlık Karabağ sorununun fiili çözümüne doğru gittikçe feryatlar yükselmeye başladı. İşi diplomatik yolla çözmeye dönük pek barışçıl davetler gelmeye başladı. Yıllardır devam eden işgale karşı bir tek sözünü duymadığımız Batılı ülkeler diplomatik çözümün tek yol olduğunu anlatma telaşına girmeye başladılar.
Hangi diplomatik çözüm?
28 yıldır devam eden işgal için şimdiye kadar kılını kıpırdatmayanlar bu saatten sonra neden ve nasıl bir çözüm önerecekler?
Diplomatik çözüm yolunun şu ana kadarki tek icraatı işgalin iyice pekişmesi ve fiilen kalıcı hale gelebilmesi için zaman kazanmaktan ibaret.
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde bu konudaki tavrını ve yaklaşımını çok net bir biçimde ortaya koydu ki, aslında bugünün dünya düzeninde herkesin anlayacağı dili işaret ediyordu sözleri: Diplomatik olarak netice alabilmek için sahada da güçlü olmak gerekiyor. Her cephede fiilen maruz kaldığınız haksızlıklara karşı kendinizi savunacak gücünüz yoksa kimse lütfedip hakkınızı vermiyor.
O yüzden Suriye’de, Libya’da, Akdeniz’de Türkiye gücünü gösterdiği için yılların müzmin hale gelmiş olan sorunları, daha doğrusu o sorunlu paylaşımlar üzerinde kurulmuş dengeleri altüst ediyor. Herkesin hesabını yeniden gözden geçirmesini sağlıyor. Türkiye bunu yaptığında kimin nasıl bir haksız paylaşımla işgallerini, sömürülerini, gasplarını fiili “düzen” haline getirmiş olduğunu da ortaya koyuyor.
Ve tekrar tekrar söylüyoruz: Türkiye hakkından fazlasına talip değil, kimsenin hakkında da gözü yok. Herkesin hakkına saygılı ama kendi hakkının bu kadar hoyratça gasp edilmesine de karşı. Ne yapıyorsa onun için yapıyor.