Yıllardır, özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a karşı, halkın birliği ve cumhurbaşkanın duruşuyla sekteye uğrayan darbe hareketinden bu yana, gerçek ekonomik gücün doğru bir analizi yapılmadan liranın diğer para birimleri karşısında- 8 lira barajını aşan - değerinin düşmesine odaklanarak, Türkiye ekonomisinin çöküşünü iddia eden analizler çoğaldı. Para biriminin ekonominin sağlığının bir göstergesi olduğu doğrudur, ancak tek gösterge değildir. Bu düşüş geçici bir dönem olabileceğinden, sağlıklı bir analiz için ülkenin tüm ekonomik temellerine bakmak gerekiyor. Hepimiz biliyoruz ki, ülkede bulunan sıcak para aniden çekilirse, bunun para birimi üzerinde olumsuz bir etkisi olması doğaldır. Ancak bu, özellikle fonların çekilmesinin arkasında, Türkiye'de olduğu gibi o ülkenin koşullarını bozmayı amaçlayan siyasi bir akrobatik oyun varsa, çöküş anlamına gelmez.
Öncelikle, herhangi bir ülkedeki ekonomik faaliyet hacmini nasıl ölçeceğimizi bilmemiz gerekir. Çünkü belirli bir süre boyunca bir ülkede üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin parasal değeri olarak tanımlanan. gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH), herhangi bir ülkedeki ekonomik faaliyet hacmini ölçmek için en önemli geleneksel göstergelerden biridir.
Ekonomik uygulamada gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH), bu gösterge bir tür "kutsallık" haline geldiğinden büyük bir konum kazanmıştır. GSYİH göstergesinin ülkenin ekonomik faaliyetinin büyüklüğünü yansıttığını ve bu göstergenin yönünü ekonominin genel sağlığını belirtmek için kullandığını söyleyebiliriz. Büyümesi, daha fazla servet ve yatırım yaratmanın ve ekonomik kaynakların istihdamını artırmanın kanıtı olduğundan, daralması durumunda bunun tersi olacaktır. Yukarıdakilere ek olarak, bu gösterge büyük önem taşımaktadır. Çünkü diğer birçok ekonomik gösterge, ekonominin büyüklüğüne, yani gayri safi yurtiçi hasılaya göre bağlantılı olarak ölçülmüştür.
Geçtiğimiz Haziran ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkesinin, özellikle bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 4,5'lik bir ekonomik büyüme oranını yakaladıktan sonra, dünyanın en iyi on ekonomisi grubuna girmesinden söz etti. Artı hükümetinin Corona salgın krizini çok iyi yönetmedeki başarısı, bu konudaki tartışmayı şu soruyla yeniden başlattı: Türkiye gerçekten dünyanın en iyi on ekonomisinin kulübüne girmeye yakın mı?
Öncelikle, Türkiye ekonomisinin geçtiğimiz yıllarda küresel ekonomiye göre büyüklüğünü netleştirmek için, Uluslararası Para Fonu verilerinin bakmamız gerekmektedir. Bu verilere göre; Türkiye ekonomisinin ortalama büyüklüğünün 1990-2001 döneminde küresel ekonominin yaklaşık % 0,80'i olduğunu, 2002'de ise yaklaşık % 0,69'a ulaştığını gösteriyor. Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ülkede iktidarı ele geçirdiği ve bu oranın günümüze kadar artmaya devam ettiği ve bugün 1.04'e ulaşarak küresel ekonomi camiasındaki konumunu güçlendirdiği görülmektedir.Türkiye'ye yönelik peş peşe gelen saldırı ve tacizlerin gerçekliğine gelince, bunu şu şekilde analiz edebiliriz:
Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden bu yana Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda KKTC de dâhil adalarda gerginlikler olmuştur. Bu yeni bir şey olmamasına rağmen bugün her iki ülkenin karasularının tanımlanması meselesiyle birlikte istismar edilmektedir. Fransa, Avusturya ve Almanya gibi bazı Avrupa ülkeleri, Yunanistan'ı bazı hedefleri gerçekleştirmek için mızrağın ucu gibi kullanmaktadır. Bu hedeflerden birincisi, konuyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan Türkiye’nin İslam bahanesiyle ekonomik yükselişinden duyulan korkuyu bertaraf etmektir. Bunu saldırmak için bahane olarak kullanıyorlar. Çünkü İslam’ın yükselişi ve Erdoğan'ın halkının inançlarına saygı duyması ve özellikle Türkiye yüzyıllar boyu İslam halifeliğinin merkezi olması Avrupa'da çağın meselesi haline gelmiştir. Bununla birlikte, Türkiye'nin ekonomik alanda gerçek bir rakip olarak ilk ona girişi ve Fransa sıralamasının 5’ten 10’nıncı sıraya doğru gerilemesi kabul edilemez görülmüştür. Türkiye'nin bu sıradaki rekabeti, çatışmanın yoğunluğunu, kalkınmayı mükemmel bir düşmanlık sebebi kılmış, ekonomik rekabeti kalkınmanın teşvik edici bir faktör olmanın ötesine taşımıştır. Buna ek olarak, Türkiye, birden fazla akımla adının anılması çabalarına rağmen, kendisini askeri ekonomik güce ve egemen görüşe sahip bir devlet olarak dünyaya dayatan ülkelerden biri haline gelmiştir. Nitekim Türkiye’yi Afrika' da, Libya' da, Katar' da, Suriye' de ve yakın zamanda Azerbaycan' da, gelişmiş askeri endüstrilere, yüksek teknolojiye, ağır sanayiye ve elektronik ürünlere dayanarak görmeye başladık. Pek çok ülkeyi dehşete düşüren uzay ve uydu alanına girinceye kadar, kendileriyle siyasi ve ekonomik ilişkilerini güçlendirecek ikili anlaşma ve anlaşmalar yapmanın yolunu aramaya koyuldular.
Buna egemen kararlarıyla tam bir bağımsızlığa kavuşmasına yardımcı olacak, hatta bir bütün olarak bölgeyi ilgilendiren uluslararası konularda bir karar, kanaate sahip kılacak Karadeniz'de veya Akdeniz'de karasuları ile ilgili keşifleri de eklediğimizde, aslında Türkiye’nin bir bütün olarak Avrupa ile arasındaki sorunların burada yattığını görürüz. Bu da bize asıl konunun şu olduğunu gösterir: İster Dünya Ekonomik Kulübü olan G20 bağlamında olsun, isterse başka bir kurum bağlamında olsun esas konu menfaatler ve gelişmişlik sıralamasıdır. Bu açıdan Türkiye ekonomisinin gerçekliğini ve gelişme hızını endüstriyel entegrasyona bağlı olarak altyapı ve eğitim geliştirme yatırımlarını endüstriyel teknik gelişime doğru kaydırdıktan sonra görebilmekteyiz. Nitekim özellikle uçak ve denizaltı üretmek için gelen ağır sanayi ve silahlar, varlıklarını güçlü bir şekilde kanıtlamışlardır.
Afrika kıtasındaki gelişmeleri takip eden herkes bunun ekonomik mi yoksa politik mi olduğunu bilir. Endüstriyel, ekonomik ve yatırım ağırlığıyla sahaya indiğinde; Türkiye'nin büyük bir varlığı olan ülkelerden biri haline geldiğini göreceksiniz. Bu nüfuz ilki Fransa olan birçok ülkeyi üzmüştür. Çünkü Fransa'nın Afrika'yı kendi oyun alanı ve ipotek evi olarak görmektedir. Halkıyla birlikte hala on dokuzuncu yüzyıl kavramı ve zihniyetiyle yaşamaktadırlar.
Kaldı ki; Türkiye G20’ye girerken uluslararası ilişkiler ve ekonomik ve yatırım ortaklığı kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu boyut; bugün Fransa'nın veya başkalarının bu kıtadaki varlığından kaynaklanan şeyin tam tersine, ülkenin kalkınmasına katkı sağlayacaktır. Şüphesiz bu yüzden Fransa, durumun ciddiyetini sezdi ve ilk hedefi, yöntem ne olursa olsun Türkiye ekonomisini tüketmek olmuştur. Avrupa Birliği ülkeleri ile olan ilişkisini kullanarak bu konuda baskı yapmaktadır. Türkiye'ye karşı olan tutumuna destek bulabilmek için iç sorunlarını sömüren modern bir tarz ile hareket etmektedir. Yunanistan, Avusturya ve İspanya gibi diğer ülkelerde de aynı tutumu görmekteyiz.
Ancak Türkiye'nin sahip olduğu avantaj, Siemens, Renault, Peugeot, Mercedes ve diğerleri dahil olmak üzere otomobil veya enerji ve elektrik alanında olsun, pek çok AB ülkesi için çeşitli alanlarda tekstil, gıda ve yedek parça gibi birçok emtia için temel bir kaynak olması ve Avrupa yatırımlarının bir uzantısı olmasının yanı sıra, herhangi bir dış tehdide maruz kalması durumunda bir iç dayanışma ülkesi olmasıdır. Parasında kısmi bir düşüş olsa bile bu, ekonomisinin aslında bir bütün olarak AB’nin ekonomisi olduğu ve özellikle çeşitli alanlarda Fransa ile rekabet ettiği anlamına gelir. Çünkü Türkiye ekonomisinin birçok ayağı var. Bunlar ekonomisini güçlü kılmaktadır. Bugün lirasının düşüşünü bir şekilde etkilenmiş olsa bile, bu bir kaşık suda fırtına koparmaktan başka bir şey değildir. Bu fırtına genel olarak ekonomik temellerini sarsmayacaktır. Aksine, gücünü ve kararlılığını artıracak, bölgede askeri, ekonomik ve politik olarak uzun süre varlığını dayatacaktır. Tüm bunlar, mükemmel bir ulusal halkçı temele dayanan deneyimli liderliği sayesinde olacaktır.
Semir Harrat
Suriyeli Yazar