Katar Emiri Şeyh Temim’in Türkiye ziyareti ve akabinde başlatılan tartışmalar bir kere daha Türkiye-Katar ilişkilerine bakmayı zorunlu kılmıştır. Bu gün bu ilişkiler, Katar’ın Borsa İstanbul’un yüzde onunu satın alması üzerinden tartışılmaktadır. Ben ekonomist değilim, bu yatırımların ekonomik sonuçlarını tartışmam. Bu konuda yapılan tartışmalara da saygı duyarım. Diğer taraftan bazı kesimlerin sözlerime itiraz edeceklerini bildiğim halde, hala Katar’ın Türkiye’de yapması gereken düzeyde yatırım yapmadığına inananlardanım. Zengin Katar Varlık Fonu’nun dünyanın en güçlü borsalarında ve en büyük şirketlerinde sahip olduğu ortaklıkların oranına baktığımızda, Türkiye’deki yatırımları devede kulak mesabesindedir.
Türkiye’nin 2017’den beri aldığı risklere rağmen Katar’ın yatırımlarının yetersiz kalmasının birçok nedeni vardır. Hepsini saymak mümkün değildir. Ancak bunlardan biri Katar Varlık Fonlarını yönetenlerin olumlu ikili ilişkilere rağmen Türk ekonomisine karşı mesafeli durmalarından kaynaklandığını düşünüyorum.
Dünyanın geçtiği ağır şartlara ve hemen her tarafta yatırım ve üretimin büyük oranda gerilemesine; hatta 2021 yılının da ciddi bir krize gebe olmasına rağmen, Katar Varlık Fonu’nun Türkiye’ye yönelmesi sizce de anlamlı değil midir? Bunu mevcut ekonomik göstergelerin sağladığını söylemek yeterli değildir. Katar alımlarının yakın gelecekte ekonomimize rakamsal olarak nasıl yansıyacağını da bilmiyorum. Ancak bu son alımların siyasi bir güven telkin edeceğini ve dünya sermayesi nezdinde Türkiye’nin itibarını artıracağını söylemek mümkündür.
Türkiye-Katar ilişkilerini bugün gelinen bu noktadan anlamaya çalışmak gerekmektedir. Bu güne kadar yazdığım yazılarda, yaptığım konuşma ve verdiğim konferanslarda; Türkiye’nin tarihi derinliğinin üç sacayağının olduğunu anlattım. Ve hangi şartlarda olursa olsun, Türkiye’nin bu noktalarda varlık göstermesi gerektiğini de iddia ettim.
Bu noktalar, Basra Körfezi, Libya ve Yemen’dir. Türkiye, 2017’den sonra -isterseniz tarihi ilişkilerden dolayı, isterseniz çevresinden hissettiği tehditten dolayı olduğunu söyleyin- Katar ile kurulan ilişkilerle üç sacayağından birincisine yerleşmiştir. Nitekim yakın gelecekte meydana gelecek gelişmeler ile bu varlığını daha da pekiştirecek ve bölge güvenliğinde vazgeçilmez yegâne ülke olacaktır. Libya ile yapılan Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması ve Hafter’e karşı Libya halkının yanında durulması sacayaklarından ikincisinin de tahkim edilme yolunda olduğunu göstermektedir. Suudi Arabistan’ın Türkiye ile geliştireceği ilişkiler ile Yemen meselesinde önemli bir dönüşüm sağlanacak ve üçüncü sacayağı da tamir edilecektir.
Bunları benim rüyam olarak da görmeniz mümkündür. Ancak, Yeni Şafak Gazetesi’nde yazdığım ilk yazımda; asırlarca süren Güney-Kuzey Jeopolitiğinin son birkaç yüz yıl içinde tamamen ortadan kalkıp, Doğu-Batı Jeopolitiğinin tesis edildiğinden hareketle bir öneride bulunmuştum. 31 Ağustos 2017 tarihli o yazımda şöyle diyordum:
“Anadolu’nun fethinden sonra İslam dünyasının siyasal ekseni Fırat ve Dicle nehirlerinin güzergahı olacak ve bu mihver ve hinterlandı bütün Müslümanları bir güvenlik şemsiyesi altında tutacaktır. Bu mihverin sarsıntı geçirdiği, dış tehditlere açık hale geldiği bütün zaman dilimlerinde İslam dünyasının bütünlüğünün bozulduğu ve üç kutsal şehrin de tehdit altına girdiği kolayca müşahede edilmektedir..
Osmanlılar, kuruluş yıllarında batıya doğru yayılarak, güçlü bir devlet oluşturup zirveye ulaştıklarında; Selçuklulardan devraldıkları mirası yani Kuzey-Güney mihverinin bütünlüğünü sağlamaya yönelmişlerdi. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın girişimi ile tamamlanan bu misyon, yeniden Fırat ve Dicle’yi merkeze oturtarak asırlar sürecek olan Osmanlı barışını kurmuştu.”
Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasıyla Müslüman dünyasının jeopolitiğinin ana mihveri tartışmaya açılmıştır. Bu çerçevede de şunları söylemiştim:
“Müslüman dünyasını parçalayan ve birbirine düşüren çatışmaların temel sebebi son yüzyıldır bütünlüğünü kaybetmiş olan bu mihverin bugün yok olmasıdır. Türkiye’nin gittikçe bağımsızlaşan politikalarıyla bu eksende itibarını arttırması ve Müslüman dünyası jeopolitiğini restore etme ihtimali, dikkatleri yeniden bu coğrafyaya yoğunlaştırmıştır.. Bu yüzden başta Türkiye olmak üzere bölge unsurları yeni bir strateji geliştirmek ve bu parçalı yapıları birlikte -en azından koordinasyon içerisinde- hareket edebilecek duruma getirmek zorundadır.”
Umarım hayal ettiğim bu günler çok uzak değildir. Bir kere daha hatırlatmakta fayda vardır. Bu beklenti, irredentist, yani eski toprakları geri alma umudu değildir. Çağın şartlarına ve herkesin menfaatlerine uygun insani bir beklentidir. Bu yüzden bugün Katar, yarın diğer bölge ülkeleri ve bütün Müslüman dünyası ile akla, mantığa, bilime ve reel-politiğe dayalı olarak kurulacak ilişkiler, dünyanın muhtaç olduğu Kuzey-Güney Jeopolitiğine hizmet edecektir. Ancak öncelikle pergelin sabit noktası olan Kuzey, her türlü tehdit, tehlike ve içeriyi tüketen nifaktan arındırılmış olmalıdır.
Veda..
Bugüne kadar bu sütunda sürdürdüğüm yazılarıma, kalemimi dinlendirmek üzere ara veriyorum. Bu vesile ile bu sütunu bana açarak fikirlerimi sizinle buluşturan Yeni Şafak Gazetesi ailesine, genel yayın yönetmenine ve her hafta yazılarımla doğrudan ilgilenen yazı işleri müdür ve çalışanlarına teşekkür ediyorum. Ayrıca yazlarımı okuyan, değerlendiren, fikir beyan eden ve eleştiren herkese de şükranlarımı arz ediyorum.