Sosyal medyanın yeni mecralarından birisi Clubhouse, hızla büyük bir yaygınlık kazanarak çok ciddi bir buluşma ve tartışma programı haline gelmiş bulunuyor. Tartışma ortamları veya odaları oluşturmak çok kolay, odalara girip çıkmak fazla protokol gerektirmiyor. Hele iyi bir moderasyon oluşmuşsa her düşünceden insanın herhangi bir konuyu hiçbir sansüre tabi olmaksızın konuşmaları mümkün. Herkes rahatlıkla bir tartışma programının yöneticisi haline gelerek istediği gibi bir tartışmayı onlarca, yüzlerce, hatta bazen binlerce kişinin katılımıyla hiçbir vakit sınırı olmaksızın yürütebiliyor. Böyle bir yeni medya ortamının kamusal alan ve sosyal medya ortamına, hatta demokratik tartışma ortamına yepyeni bir boyut katacağı kesin gibi.
Türkiye’de de bu mecra hızla ciddi bir ilgi gördü, ancak Arap dünyasında bu mecranın çok daha etkili ve çok daha hızlı yayılma alanı bulmuş olduğu söylenebilir. Arapça açılan tartışma odalarında çok daha büyük kalabalıklar toplanıyor ve zülfü yâre dokunan birçok konu rahatlıkla tartışılıyor. O yüzden, Arap Baharını bastırdıktan sonra bütün alternatif basının sesini kısan mihrakların şimdiden baş etmesi gereken önemli bir dert haline gelmiş durumda bu mecra.
Geçtiğimiz akşam Aljazeera çalışanlarından bir grup gazetecinin davetiyle Arap dünyasından yüzlerce kişinin katılım sağladığı bir sohbet odasında Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkilerinin kurumsal durumu, yeni anayasa süreçleri ve Türkiye-Arap dünyası ilişkileri üzerine üç buçuk saat süren bir sohbette bulundum. Sohbetin katılımcıları arasında Türkiye’ye taraftar, tarafsız veya karşı, her tür görüşe sahip ve Arap ülkelerinin hepsinden gazeteciler, akademisyenler ve siyasetçiler vardı.
Aljazeera çalışanlarından Ahmed Al-Bagari’nin yönettiği tartışmada özellikle Türkiye ve Arap dünyası ilişkilerine dair çok ciddi ve çok açık sorulara cevap verme imkânı buldum. Bazen de bana sorulan sorudan yola çıkarak katılımcılar birbirleriyle tartıştı. Burada sadece Arap dünyasında oldukça karşılık bulan bir propaganda konusu olan bir-iki soruyla ilgili diyalogu aktarmak istiyorum.
Bir Arap gazeteci Türkiye’nin 1939 yılında Hatay’ı bir emrivakiyle ilhak etmek suretiyle bir Arap toprağını işgal etmiş olduğunu ileri sürerek şimdilerde aynı şeyi İdlib’de veya Suriye’nin bazı bölgelerinde tekrarlamak niyetinde olup olmadığını sordu. Bu iddia ve söylemin bir kısmı Arap medyasında sıkça dillendiriliyor olduğunu biliyoruz.
BİR TOPRAĞI ARAP TOPRAĞI KILAN ŞEY NEDİR?
Soruya bazı sorularla cevap verdim, mesela: Bir toprağı Arap toprağı kılan şey nedir? Arap yöneticilerinin Arap vatandaşlarını insan yerine koymadan onların canları, malları, ırzları, akılları ve dinleri üzerinde istedikleri gibi tasarruf edebilmeleri mi? Hesapsız kitapsız istedikleri gibi onları öldürebilmeleri, mallarına el koyup sürmeleri midir? Gerçekten bu soruyla yüzleşmeye hazır mısınız? Bugün İdlib veya Suriye’nin tamamında bir referandum olsa hepsi bir Arap olan Esad’ın yönetiminde mi, Türkiye’nin yönetiminde mi yaşamak isterler? Türkiye’ye sığınmış 4-5 milyona yakın Suriyeli ile şu anda Arap olan Beşşar yönetiminin veya diğer herhangi bir Arap ülkesinde yaşamayı neden tercih etmiyor da Türkiye’nin himayesine girmeyi tercih ediyor? Türkiye içindeki ve Kuzey Suriye’deki en az on milyon Suriyeli fiilen Türkiye’ye katılarak tercihlerini yeterince belli etmiş, mesajlarını da yeterince açık vermiş olmuyor mu?
Arap halkından bir milyon insanı gözünü kırpmadan canice katledebilen bir Arap yöneticiye karşı doğru dürüst hiçbir tepki göstermeyen, milyonlarca Araba yönelik katliamları, tehciri ve işkenceleri televizyonlardan kayıtsızca seyreden Arap yöneticileri Arap topraklarının asıl işgalcileri değil de himayesine sığınmış Araplara sadece himaye sağlamış, canlarını kurtarmış ve onlara güvenlik ve iaşe sağlamaktan başka bir şey yapmayan Türkiye mi Arap topraklarının işgalcisi? Bu nasıl bir kafa?
TÜRKİYE’DEN KAÇAN DARBECİ VE TERÖRİSTLERLE TÜRKİYE’YE SIĞINAN MAZLUMLAR BİR Mİ?
Bir başka katılımcı kendi ülkelerindeki baskı ve zulümden kaçan milyonlarca insana melce olan Türkiye’den de birçok insanın başka ülkelere, özellikle Avrupa ülkelerine sığındığını ve Türkiye’nin zulmüne bu ilticanın şahit olduğunu… sormadı, iddia etti.
Bu da bilhassa FETÖ’cülerin ve PKK yandaşlarının Avrupa ve Arap dünyasında da müşteri bulabilen bir iddiası tabi. Akılları sıra Suriye’den, Mısır’dan, Yemen’den göç etmek zorunda kalanlarla Türkiye’de irtikâp ettikleri açık terör suçlarından dolayı kanun takibinden kaçanları aynı kefeye sokacaklar. Tabi, iddia ettiği gibi cevabını da aldı:
Bugünün Türkiye’si hiçbir şekilde hiçbir kişiye veya topluluğa karşı haksız bir tasarrufta bulunmuyor. Eline silah alıp devlete karşı savaşmayan hiç kimseyi öldürmüyor. Hapishanelerde suçluluğu kanıtlanmış olsa bile hiç kimseye işkenceye tolerans yok. Hapishaneleri ise uluslararası kuruluşların denetimine açık.
Bu anlamda kaçıp iltica edenler de siviller veya Kürtler veya siyasi muhalifler değil, silahlı terör örgütünün doğrudan üyeleri ve iltisaklı kişileridir sadece ve maalesef bunu bile bile Avrupa ülkeleri bunları himaye edip Türkiye’ye karşı kullanıyor.
Ayrıca bu propagandayı da son zamanlarda PKK kadar, hatta PKK’dan da daha fazla FETÖ’cüler yapıyor. Onlarsa siyasi muhalif oldukları için değil, yüzlerce kişinin ölümüne ve yaralanmasına yol açan askeri darbeye karıştıkları için, bundan dolayı hak ettikleri hesabı vermekten kaçmak için yurt dışındalar.
Yaptıkları propaganda ile içlerinde ukde kalmış başarılmamış darbenin acısını çıkarmaya çalışıyorlar.