Pandemi zamanları için İbn Haldun’dan dersler


 

İçinde yaşadığımız (modern veya postmodern) dünyanın bize telkin ettiği en önemli şeylerden biri yaşadığımız gerçekliğin fazlasıyla bize özgü olduğudur. Bu özgüllük, farklılık vehmi kuşkusuz modern insanın kendini aşırı beğenmesiyle ilgilidir. Eskiye doğru gittikçe görebileceğimiz bir parlak fikre veya esere karşı sergilediğimiz hayranlık onları beğenmekten değil, kendimizi beğenmemizden ileri geliyor çünkü eski insanlara aklı, zekayı veya gelişmiş bir fikri yakıştıramayacak hale gelmiş oluyoruz.

Bilgi ile kurduğumuz ilişki, bize yeryüzündeki gerçek konumumuzu öğretmek yerine kendimize hayranlığımızı, kibrimizi ve dolayısıyla cehaletimizi artırıyor. Çok daha fazla malumat sahibi olmamızın, bilgi birikimine çok fazla sahip olmamızın başkalarına bir fark atmamıza yarayacağını sanıyoruz. Böylece meşhur Sokratik bilgelikten yana tam bir gaflete duçar oluyoruz. Aşık Yunus’un deyimiyle ilmin ancak ilmin kendisini ve dolayısıyla insanın kendisini bilmek olduğu şuurundan hızla uzaklaşıyoruz.

Böyle olunca yaşadığımız gerçekliğin tarihle bağını da kuramıyoruz. Tarih diyorsak, tarihten getirdiğimiz birikimle, etkilerle yaşadıklarımızdan bahsetmiyoruz sadece. Her şeyden önce başımıza gelenlerin bizden öncekilerin başına gelen tekerrür boyutundan bahsediyoruz.

Aslında tarihin ibretlik kısmı tam da bu değil mi? Bu dünyada, kendi tarihimizde yalnız olmadığımız, türümüzün tek örneği olmadığımız gibi tarih boyunca bizim gibi, bizim yaşadıklarımızı yaşamış nice kavimler arasında da tek örnek değiliz, bizim gibi nice kavimler gelmiş geçmiştir.

Onların bizim yaşadıklarımızı nasıl yaşadıkları, ne tür tepkiler vererek nerelere ulaşmış olduklarını bilmektir tarihsellik. Yani bizi geçmiş ve bugünün insanlarıyla ayrıştıran, farklılaştıran yanlar değil bilakis ortak kılan tecrübeler üzerinde durmak. Yoksa tarihselci düşünce neredeyse tamamen kendi zamanımızın farklılığı ve özgünlüğüne vurgu yaparak insanı, iddiasının tam tersine olmak üzere, yüceltmekten ve şımartmaktan, haddini aştırmaktan başka bir şey yapmamış oluyor.

İbn Haldun insan varoluşunun tarih boyunca değişmeyen yanı üzerinde durarak tarihi güncelleştiren bir girişimde bulunuyor. İnanların ortaya koydukları şehirler, devletler, medeniyetler ve yaşam tarzlarını modelleyerek yükseliş ve çöküşlerinin tabi olduğu yasaları tespit edip ortaya koymaya çalışıyor. Tespit ettiği yasaları Allah’ın yaratılışındaki sünnet olarak niteleyen İbn Haldun insanın farklı zamanlarda ortaya koyduğu tecrübeler arasındaki benzerliği “suyun suya benzediği gibi” diye niteler.

Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin doruğundayken yaşadığımız salgının hayatımıza sökün etme biçiminin de küresel ölçeğinin dışında zamanımıza özgü olmadığını okuyoruz, ama İbn Haldun ilaveten salgınların tarihte oynadığı etkileri de bu ilahi Sünnet çerçevesinde ele alır. Böylece salgınların ortaya çıkışı veya yaygınlaşmasının hiç de tesadüfi olmadığını düşündüğü anlaşılıyor. Ölümlerin çoğalmasının sebeplerini anlattığı bir paragrafında salgınların sadece etkisine değil, sonuçlarına dair şunları okuyoruz:

“… yukarda belirttiğimiz gibi, bunun açlık tesiriyle meydana gelen birtakım sebepleri vardır. Bundan başka kargaşalıkların ve devletin düzeni bozularak fitne ve ayaklanmaların çoğalmasıyla ülke altüst olur, katiller çoğalır veya veba ortaya çıkar. Bulaşıcı hastalıklar, çok defa, ülkenin imarı yüksek dereceye vardığı için, havayı bozan, sıhhate zararlı rutubet ve kokmuş şeylerin çoğalmasından dolayı yayılır. Canlının gıdası ve onun hayatı için gereken hava bozulduğu takdirde, bu bozukluk insanın mizacına tesir eder. Mizaçların bozulması kuvvetli olduğu takdirde de ciğer hastalanır. İşte bunların her biri taun hastalıklarını davet eder, bu hastalıkların kaynağı ciğerdir. Havanın bozukluğu kuvvetli derecede ve büyük nispette olmazsa da pis kokular kat kat artar, pis kokuların artmasıyla mizaçlarda hummalar çoğalır, bedenler hastalanır ve mahvolur. Bu olayların oluşmasına sebep devletin tabiî ömrünün sonuna ermesi ve umranın yüksek dereceye varmış olmasıdır. Bu mamurluğun ise, devletin ilk kuruluş zamanında tebaaya karşı şefkatle muamele ve ülkeyi güzel bir surette idare etmesinden ve vergilerin azlığından ileri gelmiş olduğu bellidir.”

İbn Haldun salgınların yine insan toplumlarının yaşadıklarıyla bağlantılı olarak bu salgınlara periyodik olarak maruz kaldıklarını anlatır. Bilhassa salgınlarla burçlar arasında da bir ilişki kurar ve periyodik olarak gelen salgınlarla devletlerin yaşlanması, yorulması arasında bir ilinti kurar. “Devletin son günlerinde yurt bayındırlığının artmasına ve kıran hastalıklarla kıtlıkların geniş ölçüde hüküm sürmesine dair” başlığın altında şunları anlatır:

“… Bu kıran devresini ‘Büyük kıran’ adıyla zikrederler. Büyük kıran, hanedanlıkların değişmesi, devletin bir kavimden diğer bir kavme intikal etmesi gibi büyük işlere ve önemli hadiselere delalet eder. Orta kıran üstün gelenlerin ve devlete talip olanların zuhuruna delalet eder. Küçük kıran âsilerin ortaya çıkısına, şehirlerin harap olmasına delalet eder.

Bu kıranlar arasında her otuz senede bir yengeç burcunda ‘kırân-ı nahseyn’ (iki uğursuz, Satürn ve Mars’ın kıranı) vukua gelir. Buna, Râbi (dördüncü kıran donemi) adı verilir. Yengeç burcu, âlemin talih burcudur ve bu yaklaşma esnasında Zuhal ağırlaşıp, Merih alçalır. Bu durum fitnelerin çıkacağına, savaşların olacağına, kanların döküleceğine, isyancıların zuhur edeceğine, askerlerin başkaldıracaklarına, veba ve kıtlık gibi musibetlerin yaşanacağına işaret eder. Bu durumun devam etmesi veya sona ermesi, Zuhal ve Merih’in yaklaşması anında, diğer gökcisimlerindeki mutluluk veya uğursuzluk durumlarının derecesine göre değişir.”

Bu ilişkiler yaşadığımız salgın hakkında, günümüz aklıyla tasavvuru o kadar kolay ilişkiler değil elbet. Ama yine de kendi salgın afetimize hangi davranışlarımızın sonucunda maruz olduğumuza dair düşünmeye sevk etmez mi bu satırlar?

 
Whatsapp