13 sene önce Tunus’ta başlayan ve bütün Arap dünyasında domino etkisiyle gelişen olaylarda bir olağanüstülük görüntüsü vardı. Bu da bu işlerin ancak dışardan bir müdahale ile olabileceği kanaatini oluşturuyordu. Oysa bu ülkelerin hepsinde birbirinden etkilenerek, esinlenerek hareketlenmeye hazır çok ciddi sosyolojik koşullar vardı. Bunlar Avrupa’da 1968’de bütün Avrupa’yı etkisi altına alan gelişmelere çok benzer özelliklere sergiliyordu.
Bütün bu süreçleri her zaman baştan itibaren kontrol eden bir gücün varlığını düşünmek çok ayartıcı çünkü çok kolay bir düşünme biçimi ve zihnimizde kök salmış “süper güç” vehimlerimizden besleniyor.
Dünyada gerçekten çok güçlü ve dünyanın bütün gelişmelerini kontrol altına almak isteyen güçlerin olmadığını söylemek elbette safdillik olur. Ancak ne kadar güçlü bir kontrol arzusu olsa da çoğu zaman sosyal hadiseler kontrol dışında gelişir.
Bu büyük güçlerin en büyük marifeti olayları başlatıp istedikleri istikamette sürüklemek değil, çoğu kez başka türlü başlamış olayları kendi kontrollerine alma maharetlerinden gelir.
Arap Baharı, iddialarıyla ve vaat ettikleriyle bu güçlerin hiçbir şekilde önayak olabilecekleri bir süreç değildi. Bilakis süreç onların baştan beri tezgahlamış oldukları sistemi tehdit edecek potansiyeller içeriyordu.
Mevcut dünya düzeni Müslümanların, kendi aralarında Arapların ve Araplarla Türklerin hiçbir şekilde birleşmemelerini temin etmek üzere kurulmuştur. İslam Dünyası’na mevcut düzeni empoze eden şartlar I. Dünya savaşı sonrası oluşmuştur ve halen devam etmektedir. Bugün Ortadoğu’da yaşanan bütün sıkıntılar bu birleşmeye zorlayan doğal sosyolojik gelişmelere karşı uluslararası siyasi düzenin direncinden kaynaklanıyor. Halklar birbirine çekiyor, bütünleşmeyi istiyor, ama arada bu birleşmeye karşı konulmuş gözetleme kuleleri dikkatle çalışıyor.
Arap Baharı çok zorlama müdahalelerle durdurulmayıp başladığı gibi devam etmiş olsa bugün çok daha farklı bir Arap Dünyası, Ortadoğu ve Türkiye ilişkileri olurdu. Arap Baharı’nın durdurulması meselesi tabii ki bazı Arap monarşilerinin basitçe yaşadıkları demokrasi korkusundan ibaret değildir. İslam dünyasındaki demokrasi korkusu sadece Arap monarşilerinde veya bazılarının oligarşilerinde yok, daha büyüğü ABD, İsrail ve Avrupa ülkelerinde var. Çünkü onlar için demokratikleşmiş bir İslam dünyası onların kontrollerinden çıkmış ve Ortadoğu için kendilerince uygun görmüş oldukları düzenin bitmesi demektir.
Ortadoğu’da halk-devlet bütünleşmesini sağlamış gerçek bir demokrasi herkesten önce İsrail’in bugünkü varlık şeklini tehdit eder. Çünkü İsrail bugünkü bütün işgalci, yayılmacı ve ihlalci varlığını parçalanmış, halklarıyla kopuk rejimlere borçludur.
Arap Baharı süreci İslamcıların başlattığı veya İslamcı iddia ve sloganlarla yürümüş bir süreç değildi. Ama bütün ülkelerde ortaya konulan ilk demokratik tecrübelerde İslamcılar sürecin en etkili ve en kazançlı aktörleri olarak ortaya çıktı. Aslında bu da demokratikleşmeye karşı bir direncin şimdiye kadar neden sürdürüldüğünü açıklıyor.
İslamcıların öne çıkması demek, tam da bütün Arap ve Müslüman halkların birbirlerine daha fazla yaklaşması ve birleşme ihtimali anlamına gelir ve bu da hem Syces-Picot düzenini hem de onun bir ilavesi olan Camp David düzenini ürküttü. Belki de Arap Baharı sürecinin darbelerle, karşı devrim müdahaleleriyle, en ağır katliamlar ve türlü insani suçlar irtikap edilerek durdurulmasının sebebi buydu.
Şimdi birileri İslamcıların bu süreçte başarılı olamadıklarını, ortaya bir proje koyamadıklarını ve kendilerini yenileyemediklerine dair duyduğumuz sözler gerçekten çok tuhaf. Bu ülkelerin hangi birinde İslamcılar nasıl bir çözüm sunabilirler? Hele herhangi bir siyasi rol için en ufak bir alan bırakılmamış durumdayken.
Devrimlerin olağanüstü müdahalelerle, darbelerle durdurulduğu ülkelerde sadece siyasi parti faaliyetleri değil, her türlü sivil faaliyet bile durdurulmuş vaziyette. İslamcı bir oluşumla bir bağı tespit edilen herkesin hemen zindana atıldığı bir istibdat ortamında İslamcılardan nasıl bir mucize göstermeleri beklenir? Önde gelen üyelerinin çoğu katledilmiş veya hapiste, birçoğu da sürgünde bulunan İslamcıların başarısını veya başarısızlığını ölçebilecek nasıl bir ölçekten hareket edilebilir?
İslamcıların bu ülkelerde maruz kaldıkları emsalsiz insan hakkı ihlalleri ile hiç ilgilenmeyip onların başarısızlığını büyük bir sevinçle ortaya koyanlar kendi psikolojik komplekslerini de gizleyemiyorlar. Onlar hiçbir zaman başarılı bir İslamcılık hikayesi duymak istemediler ki. Duymak istedikleri hep buydu ve bu hikayeyi İslamcılığın (kendileri açısından dahi) en başarılı anlarında bile büyük bir umutla anlatmaktan geri durmadılar.
Oysa bu süreçte İslamcılar demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden, halklardan, halkların kardeşliğinden yana olduklarını ortaya koydular. Meşruiyet dairesinde hareket ettiler ve bu alanda başardılar. Bu alanda kalındıkça da hem daha iyi bir idare, daha iyi bir yönetim konusunda hem de halklara yeni bir umut-vizyon sunmada daha başarılı olacaklarını da kanıtladılar.
Bugün onları başarısız sayanların, ülkelerini tam bir açık hava hapishanesine ve yolsuzluk batağına dönüştürmüş olanları, sırf fiilen iktidardalar diye, başarılı saydığı anlaşılıyor ki, İslamcılar hiçbir zaman böyle bir başarıya talip olmadılar ki.
Yasin Aktay