HAVADAKİ OYUK


Göz açıp kapayıncaya kadar geçecek bir an, zaman ve mekânın sınırlarını aşmak, yorgun kalplerimizden kronik korku yığınlarını kovmak, acı gerçeklerle dolu soruları ve solgun geleceğin kaygısını zihnimizden atmak için yeterlidir; Birdenbire bizi, uçsuz bucaksız bozkırlarında, arzuladığımız ya da varlığını özlediğimiz şeylerin puslu çehrelerinden başka hiçbir şey bulamayacağımız, kıyıların ya da engellerin olmadığı bir dünyaya götürür. Hatta bir serap bile olsa, uzun süredir zulmeden susuzluğu giderebilecek bir şey vaat etmesi bile yeterlidir.

Belki de varlığın sertliğini ve tetikte olmanın yalnızlığını ortadan kaldıran tek başına yokluktur, ancak sorular, yas ve acının muazzamlığı konusundaki farkındalığımıza sille vurmak için süratle yağar. Kederimizi ve zayıflığımızı kamçılayan, ardı ardında gelen sorular, birbirine hücum eder. Birbiriyle örtüşüp farklılaşıp, birbirleriyle çelişebilir. Sorular açık, dürüst, kısa ve eksiksizdir; cevaplar ise belirsiz, aldatıcı, sıkıcı, kesik ve eksiktir. Verdiğimiz cevapların elbette kaydını tutmayacağız ama belki de bu tür sorularla bizi utandırmaya cüret edenlerin karşısında bunları gündeme getirmekten ve duyurmaktan da çekinmeyeceğiz. Ve yanıtlarımız, cevap anında zihnimize sızmaya cesaret edebilecek bir anlık gerçeklik bile elde edemeyecek. 

Bizi kendimize ve başkalarına yalan söylemeye iten şey nedir? Hissettiğimiz korku, zayıflık ya da acizlik mi? Yoksa utanç olabilir mi? Ancak utancımızı anlaşılmaz bir dilin paçavralarıyla örtmemize yol açan şey kesinlikle gerçeği bilmemek ve dürüst bir cevap bulamamak olmayacaktır. Hakikat apaçık, parlak ve aklın ulaşamayıp kalbin idrak edebildiği bir yerde değil midir?

Peki tarafların zihinleri, işleviz ve aldatıcı, üstünlük ve egemenlik illüzyonlarıyla dolu, inkâr ve ret zırhıyla donanmışsa, diyalog amacına nasıl ulaşabilir ki? Kalpleri kin ve nefretle dolmuş, mağaralarda ve siperlerde mevzilenmiş birbirlerine karşı inkâr ve ihanet silahları savuruyor ve kendisinden başka hiç kimsenin barınamayacağı bir cennetten çok uzakta onu dışlama ve sürgün ile tehdit ediyorlar.

Konuşmayı kesemiyormuş gibi yaparız ama bu, benliğin ötesine geçemeyen algılarının çürümüşlüğü etrafında kabuğuna çekilen, salt varoluşunu duyurmaya çalışan isyana olabildiğince yakın, kesik ve karmaşık bir diyalog. Bu kırgın ruhta yuvalanmış olabilecek bir vicdan azabı ve memnuniyetsizlik duygusu karşısındaki bir haklılık biçimidir. Gürültünün yerini sessizliğe bırakma ve hiçliğin boşluğunda deveran etme döngüsünü kırma çabası, aşağılık duygusu, önemsizlik ve boşluk hissiyatına karşı bir başkaldırıya dönüşebilir. Aşkınlık ve saygı imgesini, sefil gerçekliğini gizleyen bir maske olarak takınır. 

Kimse gerçeği duymak istemiyor; Gerçek insanın artık insanın kurtuluşu ile ilgilenmemesi, kırılganlığı aşarak batmaya ve çürümeye yüz tutmuş bir dünyada yok etme mantığının egemen hale gelmesidir. Diyaloğun insani fikirden ortaya çıkan ortak kurallar üzerine hayatı inşa etme ve bunun biçimi ve düzeni açısından en iyi vizyonlar hakkındaki uyum sanrısal algıdan başka bir şey değildir. Daha ziyade insanlar arasındaki çatışmanın kökenidir ve egemenlik ve yönetme hedefinden, bir kıyım ve karşı çıkanları yok etme savaşına dönüşmüştür. Ve tabii, muzaffer güçlü yalnız kalmalıdır ve o sırada zafer kutlaması ve taç giyme töreninde kendisine katılacak birine ihtiyaç duymayacaktır.

Rakibini pusuya yatmış, ona gülümseyerek ve omzunu sıvazlayarak bu omza dişini nereden geçireceğini hesaplayan ve bu omzun sahibini ortadan kaldıracak ve tüm varlığını yok edecek iki hasım arasında geçen bir tür diyalog değildir.

Diyalogdaki bir taraf, aralarındaki topraklar patlayıcı tarih mayınlarıyla doluysa, gökyüzü özgürlük ve sevgi karşıtları tarafından gözetleniyorsa ve cehennem o ben olmayan varlıksa, nasıl karşı tarafa ulaşabilir ki?

Ali Muhammed Şerif

Whatsapp