Her zaman dile getirdiğimiz ve kaleme aldığımız “Türkiye ve Suriye’nin kaderi birbirine bağlı” söylemini son günlerde daha derinden hissetmeye başladık. Kafamızı kaldırıp düşündüğümüzde Suriye’de yaşanan savaşın etkilerinin ne boyutta Türkiye’yi etkilediğini ve Türkiye’nin yürüttüğü diplomasi trafiğinin sadece Kendi geleceği için değil bölgenin hatta dünya barışının önemli sac ayaklarından birini oluşturduğu rahatlıkla görebiliyoruz.
Türkiye’nin Fırat Kalkanı harekatı ile başlayıp Zeytin Dalı Harekatıyla devam eden, daha sonra İdlib Diplomasi trafiğiyle genişleyen ve gelinen süreçte Fırat’ın doğusun- da bulunan Suriye topraklarının terör unsurlarından temizlenmesini ön gören strateji- ye varıncaya kadar bir çok uygulama Türkiye’nin Bölge siyasetindeki denge unsuru olma gerçeğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durum bölge de illegal hesabı olan ülkelerin bir taraftan gayri meşru yollarla Türkiye’nin karşısına çıkmalarına sebep olurken diğer taraftan Türkiye’nin yürüttüğü insan merkezli uluslararası siyaset karşısında abandone olmalarına sebebiyet veriyor diyebiliriz. Gayri meşru Suriye Rejimi İdlib çevresinde şehvetle saldırı ve katliam hazırlığı yaparken dünyanın gözü önünde İran ve Rusya’yı net bir dille barış masasına oturtan Türkiye İdlib masasında kısa vade için hem kendi hakkını hem de Suriye halkının hakkını bırakmadı. Kısa vade diyorum çünkü bu durumun sürdürülebilirliği bundan sonra siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda oluşturulacak politikalar ile mümkün olacaktır.
Türkiye’nin güney sınırında oluşturduğu güvenli bölgelerin sınırlarının Fırat’ın doğusuna doğru genişleyerek Kuzey Irak sınırına dayanma süreci artık çok yakın görünüyor. Türkiye’nin bu yaklaşımı istikrarlı bir şekilde devam ettikçe ABD Rusya ve İran Türkiye’nin her kararlı hamlesinden sonra politika yenilemek durumunda kalıyor.
Zira bu durum başta ABD’nin Suriye politikalarını derinden sarsan bir süreç izleme- ktedir. Kuzey Suriye’de Irak sınırından başlayarak Ak Denize kadar uzanan bir terör devleti kurmayı planlayan ABD bu hedefine PYD-YPG gibi unsurlarla açıktan DAEŞ gibi terör unsurlari ile de gizliden (!) kurduğu ilişkilerle ulaşmaya çalıştı ve hala da çalışıyor. Türkiye de ABD’nin açıktan ve sözde gizliden yürüttüğü bu aşikar zorbalığa karşı insan merkezli siyaseti ile açıktan, bölgedeki askeri ve teknik alt yapısı ve isti- hbarat gücü ile de görünmeyen noktalarda mücadelesini net bir şekilde sürdürüyor. Bu gün Türkiye’de cereyan eden bir takım süreçleri bu mücadele ekseninde okumak gerektiğini düşünüyorum. Sözde Rahip Brunson’un tutukluluğu ile başlatılan ekonomik istila süreci aslında Türkiye’nin Suriye politikalarında ABD’nin planlarını alt üst etmesi ile çok yakından ilişkili görünüyor.Türkiye sadece Brunson gibi sözde din adamları ile değil Suriye ve Türkiye’de envai türlü kılığa giren CIA MI6 Mossad istihbarat ajanları ve bu örgütlere taşeronluk eden yerli işbirlikçilerle de mücadele ediyor. Bu mücadelede elde ettiğimiz her kazanım ya ekonomik yaptırım olarak ya bir diplomasi krizi olarak karşımıza çıkıyor. Perde arkasında yürütülen savaşın sadece medya ekranlarına yansıyan kısmı ile değerlendirildiğinde birbirinden kopuk ve anlamsız bir sürecin yaşandığı vehmi oluşuyor. Fakat yaşanan gelişmeleri makul ve mantıklı bir akıl yürütme ile birlikte düşündüğümüzde Suriye’de yaşanan fiili savaş ve Türkiye’de verilen ekonomik ve siyasi mücadelenin bir yerde kesiştiğini net olarak görebiliriz.Son olarak dehşetle izlediğimiz Cemal Kaşıkçı katliamının da bu bağlamda geniş açıdan bakarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu değerlendirmenin içine ABD, İran ve Suudi Arabistan’ın ilişkilerinin ne boyutta olduğunu, Cemal kaşıkçının bu ilişki le ilgili neler bildiğini ve Cemal kaşıkçının bildiklerini Türkiye’nin de bildiğini hesaba katarak değerlendirme ve yorumlamanın bizi doğru sonuca götüreceğini düşünüyorum.