“Burası cehennem, burası son durağınız. Burası Allah’ın yalnızca sayın başkanımızın izniyle girebildiği yer.” Allah bizleri affetsin. 235. Şube’ye yeni gelenlere yapılan resmi karşılama, işte bu cümlelerle başlıyor. Bu rakam aynı zamanda aldıkları kırbaç darbesi, ciğerlerine çektikleri nefesin sayısı. Kırbaçlarla birlikte, zamanla gelen hakaretler de cabası.
91 numaralı koğuşta kendisini teslim etmeyi öğrenmişti.
Hala ismimi, 12/91 nolu tutukluyu çağırışlarını hatırlıyorum. 19 Ocak 2015 sabahıydı. Uzun bir merdiveni tırmandım. Üzerimde sarı, arkası delik deşik, yalnızca avretimi örten pamuklu bir kumaştan baştan bir şey yoktu. Ayaklarımda artık zayıf bedenimi taşıyacak güç kalmamıştı. 90 gündür yürümek için kullanılmadıklarından, her ikisi de uyuşmuş vaziyetteydi. O gün, nasıl göründüğümü bilmiyordum. Gözleri bağlı, elleri on beş kişiyle birbirine zincirler bağlanmış haldeydim. Ortak bir kader birleştiriyordu bizi; bilinmeyene karşı duyulan korku.
İlyuşin uçağına, şeytan ruhlu şebbihalar tarafından tekmelenerek girdim. Uçak DAEŞ güçlerinin kuşatması altındaki Deyrizor Askeri Havalimanı’ndan havalanarak, yaklaşık bir saat sonra şebbiha ve İranlı paralı askerlerle dolu Mezzeh Askeri Havalimanı’na iniş yaptı. Bu sahneyi sol gözümdeki bant biraz kayınca görebildim. Bir otobüs bizi küçük bir meydana götürdü. Bu meydan başkent Şam’daki bu lanetli şubeye aitti. Korkunç bir canavara benzer sesiyle içlerinden biri, “Burası sayın başkanın emriyle cehennem” diye haykırdı. Sonra gardiyanlardan biri bizi son durağımıza, yerin iki kat altındaki 12 numaralı koğuşa götürdü. Yüzüme bütün öfkesiyle bir tokat indirdikten sonra, gözümdeki bant açıldı. Bir an için darbenin etkisiyle bir şey göremedim. Bu zindanda gördüğüme tahammül edemedim: “Büyük heykeller gibi üst üste yığılı iskeletler. Üzerlerinde yalnızca bir parça kumaş var. İnsan burada aşağılanmış ve açken, bir tarafına vuran uyuşma nedeniyle uyuyamaz; azap çeker, celladının gaddarlığı karşısında her an ölümü diler.”
Hapishanelerdeki zindanlar nefeslerden ıslak. Odalar penceresiz yarı karanlık. Sadece menfezlerden nefes alınıyor. Duvarlar kanla karışmış beton. Havası, sesi duyulmadan boğulmuş canlarla dolu. Kan akışına, akan gözyaşına yer yok; yalnızca mezhepçi nefretin zindanlarındaki iniltiler var. Buradakiler tek suçları “Esed Suriyesinde”, zorba bir devlette yaşamak olan, keyfe keder suçlamalarla tutuklu kişiler. Burasının “özel çiftliği” olmasını istedi Esed. Kanla, muhbirlerle ve mustazafların inlemeleriyle kurdu.
Bu hapishanede hayaller aile ve arkadaşları görmek, artık önem vermediğimiz yemeklerimizi yemek, bir sorun çıkmaksızın tuvalete gidebilmek, bir duvar ya da çatı olmaksızın gökyüzünüzü görebilmek, soğuk su içebilmekle sınırlıdır. En büyük hayalimiz, daha fazla zeytin ve patates alabilmek ya da daha az ceza ya da azarlanmaya maruz kalmaktır. Ancak hayallerimiz, zindan kapısının anahtarının çevrilmesi ve canavar gardiyan Ebu Arab’ın elindeki Ahdar İbrahimi lakaplı bir metre uzunluğundaki yeşil plastik boruyla çıkagelmesiyle buhar olup uçar. Sıhhi tesisat işlerin kullanılan bu kabloyu Ebu Arab, zindandan sorgu odasına götürürken tutukluların derilerini parçalamak için kullanır. Kapı açılır ve korkunç sesiyle bağırır gardiyan: Tutuklu 12/91!
Aylarca süren eziyet, hayal kırıklığı ve çöküşün ardından, ölüm hapishanesi Filistin Şubesi’nden tahliye edildiğimde yeniden doğdum. Çıkabilmem için o sırada nişanlım olan eşim, Askeri Mahkeme hakimleriyle özel ilişkileri olan bir avukata yüklü bir miktarda para ödemişti.
Tekrar güneşe bakmak istedim ancak bakamadım. Defalarca denedim. Her defasında kirpiklerim titredi, gözlerimden yaşlar aktı. Bitap bedenime inen sopaların ya da beni çarpan elektriklerin acısı değildi bu. Gözlerimin o anda gördüklerinin dehşetindendi. Ruhum onu arar ve ona özlem duyarken bu parlaklıktan korktum.
O zamandan bu yana güneşe doğrudan bakma alışkanlığım vardır. Biz tutuklulara 15 günde bir nefes almamız için dışarı açık havaya çıkma izni verilirdi. Bu sırada ben hep güneşi, sıcaklığı, bedenlerimizi onun ışınlarıyla ısıtmak için yeni bir hayatı arardım.
Bugün Türkiye’de bir mülteciyim. Sevdiğim bu güzel ülkede. Penceremin önünde ayakta duruyor, iç geçirerek Suriye’yi düşünüyor, onu medeni dünyayla kıyaslıyorum. Mülteciliğin kaosu, yeni bir hayat ve istikrar arayışının içerisinde, hapishane kardeşliğini unutmamamı sağlayacak bir şey arıyorum.
Suriye’de gerçekler, gizli ya da üstü kapalı olduğu için değil, sonuna kadar aşikar olduğu için, geceyle gündüzün birbirinden ayrıldığı gibi net olduğu için görülmüyor. Belirsizlik değil, gözlerdeki acziyet bu zulmü görmemeye ve hatta alkışlamaya sebep, o kadar.